Modern Türk ve Dünya Şiirinde Su

Görsel: Kibele’nin Ömrü, Hüseyin Arıcı.

Su birçok şeyi temsil eder: doğumu, bereketi, saflığı, arınmayı, öfkeyi, gücü, tazeliği, şifayı… İlk medeniyetler su kaynaklarının etrafında kurulmuştur. Türk mitolojisinde göksel ruhlardan biri olarak kabul edilen “suyla”; ay, su ve güneşin parçalarından yaratılmıştır, bu, insanların kaderlerini belirlediğine inanılan bir ruhtur. Ayrıca “yer-su ruhları” su kaynaklarında ve dağ eteklerinde yaşar. Sayıları on yedi olan bu ruhlar iyi huylu kabul edilirdi.1

Analitik psikolog Jung için de su önemli bir inceleme konusu olmuştur, Jungçu manada değişim geçirmek büyük su kaynaklarını aşmakla simgelenir. Bunun yansımalarını bazı sanat eserlerinde görebiliriz, 1851 yılında Emanuel Leutze, George Washington’ı Delaware Irmağı’nı geçerken resmetmiştir.

Su üzerine çalışmalar yapan Gaston Bachelard suyun ateş ve toprak arasında bir ara unsur olduğunu belirtir: “Durgun sular önünde hep aynı melankoliyi buluyorum; nemli bir ormanda bir su birikintisinin rengine bürünmüş çok özel bir melankoli; baskısız, düşünceli, yavaş, sakin bir melankoli.” Bachelard’ın bu sözleri bizi doğrudan kendisini durgun bir suyun karşısında izleyen Narkissos’un anlatısına götürür.

Şu Şiir İşçiliği kitabında Borges şiirde yaygın kullanılan kalıpları ele alır, bunlardan biri de “zaman ve nehir”dir. Borges bu konuyu “Zaman ve nehir, her ikisi de akıp gider. Ve sonra Yunanlı filozofun ünlü cümlesi var: ‘Hiçbir insan aynı nehre iki kez giremez.’ Burada dehşetin başlangıcıyla karşılaşıyoruz, çünkü ilkin nehri akıp gidiyor olarak, su damlalarını ise farklı olarak düşünüyoruz. Ve sonra bizim nehir olduğumuz, nehir gibi geçici olduğumuz hissettiriliyor bize,” diyerek açıklar.

Su ile şiir arasındaki ilişkide suyun şiirselliğinden çok daha fazlasını buluruz, meselenin etimolojisine baktığımızda İngilizcede “şiir” anlamına gelen poem kelimesi eski İbraniceden gelmektedir ve “çakılların üzerinden akan suyun sesi” demektir. Bu konuyu Türk ve dünya şiirinden şiirleri inceleyerek açmaya çalışalım.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Şiiri O’ndan çok seven bir adam görmedim.” dediği Ahmet Haşim, “Merdiven” şiirinde “Bir Günün Sonunda Arzu”da olduğu gibi yine akşamın resmini çizer, su da resimdeki yerini alır. “Sular sarardı” der Haşim manzaraya bakarak, güneş batıyordur, renk değiştirmiştir tüm varlık. İlerideki dizelerde akşamın kızıllığına da atıfta bulunarak “Sular mı yandı?” diye sorar. Akşam ve su tüm bu melankolinin önemli parçalarındandır. Su, görüntü olarak yer alır bu şiirde, sesi ya da hareketi bulunmaz. “Merdiven” şiirindeki su, akmaz, çağlamaz, durgun bir sudur, renk değiştirir. Bir ressamın elinden çıkan bir tablodur adeta bu su. Benzer bir resim çizme çabasına Haşim’in de etkilendiği sembolist şiirin kurucularından Stéphane Mallarmé’nin “Beyaz Nilüfer” adlı düzyazı şiirinde de rastlarız: “ki orda ırmak hemen bir su korusu halinde genişleyerek aslında kaynak olan kıvrım kıvrım bir göl uyuşukluğu sergiliyordu.”

Nâzım Hikmet “Masalların Masalı” adlı 158 kelimelik şiirinde 20 kere suyu kullanır. Bu, oransal olarak şiirin yaklaşık yüzde 13’ü demektir. Şiir masalsı bir anlatım sunar, önce su başında dururuz ve ardından “Sonra su gidecek” dizesiyle bir sürpriz gelir, masalsı bir sürpriz. “Suda suretimiz çıkıyor” dizesini iki türlü okuyabiliriz. Şiirde suda suretin çıkması bir Narkissos göndermesi olarak okunabilir. İkinci bir yorum olarak, suyu insan yerine koyarsak Goethe’nin “insan kendini insanda tanır” sözü aklımıza gelir, suda yani doğada kendini tanımaya çalışan insan motifini buradan çıkarabiliriz. Nâzım Hikmet şiirin bir başka yerinde suyun başka bir işlevini daha gösterir “Suyun şavkı vuruyor bize” derken. Su, güneş ışığını yansıtan bir işlev görür. O, bir aracı-aydınlatıcıdır.

Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Çoban Çeşmesi” şiirinde pastoral bir duyarlılık bulunur. Yunan ve Roma edebiyatında “bukolik şiir” olarak bilinen pastoral şiir, “boukolos” kelimesinden türetilmiştir ki bu kelime “çoban” manasını taşır. Tıpkı TDK’nın pastoral şiire karşılık olarak “çobanlama” kelimesini önermesi gibi. Çamlıbel’in şiirinde doğayla konuşan bir özne görürüz, adeta doğaya içini döker. İlgi çekici olan nokta şudur ki doğa burada nesnedir adeta, sadece dinler, hiç konuşmaz, bir diyalogdan ziyade bir monoloğa şahitlik ederiz pastoral dünyada. Doğa sadece insan için vardır, insanı dinler, insana neşe, hüzün verir. Su da haliyle bu dünyada yanık yolcuya sunulacak bir şey olur: “O zaman başından aşkındı derdi, / Mermeri oyardı, taşı delerdi. / Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi, / Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi!”. İnsan o kadar hâkimdir ki ortama, doğadaki varlıklar bile kendi arasında konuşamaz insan olmadan, o varlıkların dilleri yoktur: “Ey suyun sesinden anlayan bağlar, / Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?”

Küçük insanın büyük şiirini yazan Orhan Veli birçok şiirinde suyu kullanır. Örneğin “Hürriyete Doğru”da: “Görmüyor musun, her yanda hürriyet; / Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; / Git gidebildiğin yere”. Şiirde adı geçen nesne ve varlıkların hepsi hareketi, akışı işaret eder: Yelken, kürek, dümen, balık ve su. Bachelardçı manada “devingen bir şiir” ile karşı karşıyayızdır. Öte yandan bir dönüşüm de belirtilir bu varlık ve nesnelerle. Devingen şiirde varlıklar ve nesneler oldukları şey değil, dönüştükleri şeylerdir. Orhan Veli, insanı yelkene, küreğe, dümene, balığa ve suya dönüştürerek ona hareketin ve hürriyetin kapısını aralar.

Fazıl Hüsnü Dağlarca suya geniş yer ayırır şiirlerinde. “Su Başında” şiirinde “Büyük ağaçlar açıklığında, garip, / Bir şey iniyordu vucuda. / Bütün hayvanlar ve bütün insanlar, / Birleşiyorduk suda.” ve “Işınla” şiirinde “Su, yüz bin yıldanberi kardeşimiz su” dizeleri çıkar karşımıza. Bu iki şiirinde Dağlarca’nın suyla bütünleşme, aynı yerden gelme düşüncesini taşıdığını görürüz. Suyla kardeş olma fikri aklıma hemen Yeni Zelanda’daki Whanganui Nehri’ni getiriyor. Bölgenin yerel halkı olan Maoriler tarafından kutsal sayılan nehre Mart 2017’de Yeni Zelanda hükümeti bir kimlik kartı verir ve dünyada cansız bir objeye yaşayan kişi statüsü veren ilk ülke olur. Yani bu nehir, bir insanın haklarına sahip ilk nehirdir Dünya üzerindeki. İnsana kardeş bir nehirdir. Nehrin hakları kurulan bir komiteyle temsil edilir. Bu bakımdan bahsi geçen iki şiirinde doğanın nesneliğine son verip ona öznellik atfeden Dağlarca pastoral değil ekolojik bir duyarlılık taşır.

Türk şiirinde İlhan Berk suyu en sık kullanan şairler arasında yerini alır. İlhan Berk’teki su kullanımlarından birkaçı şu şekildedir: “Eşiğinde fırtınaların, umarsız yıkımların. Geçtik uğuldayan denizi. Durdu atlılar kendiliklerinden. Suda yıkadım ellerimi, kalktım.”, “incecikti otlar. Sessizce geçtim suyu. Seni gördüm.”, “Adımladım taşlaya taşlaya geçtim akan suyu / Taşladığım suyu seyrettim sonra bir zaman.”, “Geçtik denizi öylece indik sonra geceye / Geçmiş gibi bir göğü bir baştan bir başa.” 2

İlhan Berk’te görülen su ve onunla ilişkili kavramlar şu şekillerde birçok defa karşımıza çıkar: akan sular, durgun sular, çeşitli renklerdeki sular, bitkilere besin olan sular, doğada bir varlık olarak su, canlıların içeceği olarak sular, canlıların yaşadığı yer olarak sular, bir engel olarak aşılan sular, yıkıma yol açan sular, suların kaynağı, gülsuyu, temizleyen sular, özsu, yeraltı suyu ve suyolları.

Su söz konusu olduğunda Berk’i öne çıkaran üç özelliği yukarıda saydığım kullanımlarının dışında kalan alanlardan oluşur. İlk olarak Berk sulara tarihî olan bir şey olarak bakar, bir geçmişi vardır suların, hatta bir geleceği de. Su sanki bir ülkedir, medeniyettir, hatta bugün duyguların ve kokunun tarihinden bahsediliyorsa su bir duygudur, kokudur: “Sonra eski kitapları, eski tarihleri karıştırmak / Suyun en eski tarihini bulmak / Ve bazı çiçekleri”, “Düşmüş gün. Yalın, erinçli. Bir kitaba girmiştir çünkü suların en / gizli tarihi.”, “Baktım su biçimden biçime giriyor / Elimde elimin biçimiydi baktım / Baktım suyun bir biçimi yoktu / Suyun tarihinde.”  

İkinci olarak, Berk suyu insanlaştırır, kişileştirir fakat bu Dağlarca’nın suyu “kardeşi gibi” görmesinden daha farklı bir durumu içerir, ekolojik bir duyarlılık yoktur burada. Suya sevgiyle, merhametle yaklaşmaz, sade, saf bir yaklaşma görürüz. Sanki suyun kendini aşarak metafizik alanına bir geçişini izleme çabalarıdır bu yaklaşma anları, hem de suyu insan yerine koyarak gündelik hayatına bakış denemeleridir. Su konuşur, anlatır, uyur. Suyun yüzü, derisi, elleri vardır. “Biz ama hep seni beklerdik, adımın göğüydü göğün kimi sular / seni anlatırdı dinlerdik”, “Uzakta, olmayan yüzü bir suyun: Yalnız şiirlerde görülen.”, “Sahipsiz su uyuyordu”, “Su kollarını biraz daha çekiyordu / Biraz daha korkuyla bakıyordu toprağa.”, “Şeylerin en iyisi sudur. / Bir akşam gördüğü yerleri anlattı bana.” , “Ve bir suyun o bildik yüzünü / Ve derisini”, “Yatağını bırakıp gitti su, / Artık bir kıyıda ellerine bakar.”

Son olarak Berk’in şiirinde su başka şeylere dönüşen bir varlıktır. Bu şair tarafından bir varlığa verilen çok büyük bir kudrettir. Su kimi zaman bir giysi olur, kimi zaman bir defter, kimi zaman da ölüm. Su kılıktan kılığa, biçimden biçime giren bir yok-nesnedir.

Enis Batur, Doğu Batı Divanı’ndaki “Suyun Üzerinde Adım” şiirinde dört kez su kelimesini kullanır: “Köpürmüş suda dinlendi amansız kasırga tohumu”, “… Doğudan gelen bir / suyun üzerinde yazılı kaldı adım.”, “çizdiğim ölçeksiz kayıtlardan sildim çünkü / zamanın kapalı yüzüne gömülü kentlerle / suların örttüğü adaları.”, “…bana arsız / gerçeğin sunduğu armağan: / Suyun üzerinde adım.” Şiirde su, kasırgayı dindiren bir mekân olarak yer bulur en başta, kasırgayı siler, ardından bir mekânın örtüsü olur, o mekânı siler haritadan, suyun üzerine yazılan ad/atılan adım bir süre sonra silinip gidecektir. Su iyi bir silicidir, geçiciliği simgeleyen, ara vermeyi ve yok oluşu andıran.

Lale Müldür “Su” şiirinde suya çeşitli renkler verir lirik bir eda ile: “firuze rengi suların önünde diz çökmüş”, “şarkı söylüyor olabiliriz gri sulara.” Şiirin tamamını incelediğimizde başka renklerin kullanıldığını da görürüz: sarı, siyah, akuatik, beyaz, gümüş (hem metal anlamına hem de renk anlamına gelebilecek şekilde kullanılmıştır), kara (hem toprak parçası hem de renk anlamına gelebilecek şekilde kullanılmıştır). Öte yandan geleneksel halk şiirinde kullanılan renkler incelendiğinde sıklıkla karşımıza çıkanlar şunlardır: al, yeşil, kara, ak, boz, kırmızı, sarı, mor, yeşil, kızıl, mavi, siyah, beyaz. Müldür’ün halk şiirinde kullanılan renkleri kullandığını ve bunların üzerine yeni renkler de ekleyerek bir şiir yazdığını görebiliriz “Su” ile. Müldür’ün renklerle bu sıkı ilişkisini düşününce, sulara renk veren bir anlatımı tercih etmesi ve şiirin geneline yayılan renk çokluğunu da göz önüne alınca T. Gautier’nin “…Renklerin gürültüsünü işitiyordum. Yeşil, mavi, sarı sesler gayet belirli olarak dalgalar halinde bana geliyordu,” sözlerini hatırlıyorum. Zaten Arthur Rimbaud demiyor muydu “A kara, E ak, I al, U yeşil, O mavi” diye?

Ahmet Güntan Marmara Denizi’ndeki müsilaj sorununu ironik bir biçimde ele aldığı şiirine şöyle başlar: “Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı / bir ebrû: müsilaj. Herkes sorup duruyor o günden / itibaren: Müsilaj nedir? Müsilaj nedir?— Nedir bu / müsilaj?” Güntan, çok özgün bir bakış açısıyla yaklaşır bu ekolojik soruna. Geleneksel sanatlar üzerinden bir benzetmeyle ele alır müsilajın görünümünü, bir tezyine, ebru sanatından bir çalışmaya benzetir. Bu haliyle sembolist şairlerin de saf doğayı gizem içinde, güzelleyerek anlatmalarının da dışına çıkar şiirde, insan eliyle bozulmuş kirli bir doğanın içinde estetik bir görüntü sunar Güntan ironi ile. Şiirin sonunda başka bir cevap daha verir müsilaj nedir sorusuna. “Nedir / mi müsilaj? Bence gökten eşref-i mahlûkata bir öğüt / olarak sulara yansıyan kutsal bir imaj” diyerek ekolojik sorunların ilahi bir mesaj içerdiğini söyler. Geleneksel sanatların ilahi olanla ilişkisi de göz önüne alındığında şiirin geleneksel sanatlarla ilişki kurarak ilerlemesi, şiirde bir bütünlük fikri içinde yol alındığını bize gösterir.

Hayriye Ünal’ın “Tazyik” şiirinde “Su vardı başlangıçta” dizesi ile karşılaşırız. Başlangıçta suyun var olması akla ilk olarak insanın bir su damlasından oluşmasını, doğumunu getirir. Doğum başlangıcı temsil eder, sırlar orada saklıdır. Ünal’ın bahsekonu dizesi birçok tarihî ve mitolojik göndermeyi de bünyesinde barındırır. Yuhanna İncili’nin ilk cümlesi şudur: “Başlangıçta söz vardı.” Goethe, Faust’ta “Başlangıçta eylem vardı,” der. Hesiodos’a göre ise “Başlangıçta Khaos vardı.” Yunan mitolojisinde bir çeşit ilkel tanrısal varlık olarak gösterilen Khaos (boş uzam, boşluk, uçurum, kaos), kozmostan yani düzenden önce gelir. Oktay Akbal ise “Önce şiir vardı,” der. Ünal, “Tazyik” şiirinin ismine uygun bir şekilde suya basınç uygular ve suyun adeta moleküler yapısını bozar, fakat ona kişilik vadeder. Biçim önemsenmez, kişilik ön plana çıkarılır. Sanki şiire dair bir mesele tartışılıyor gibidir. “boşunadır biçim” der Ünal, biçimlerin alaşağı edilmesinden bahseder. Şiirde bir iç mesele olarak tarih ve su ilişkisi göze çarpar. Yusuf ve Nuh peygamberlerin kuyu ve tufan hadiseleri daha detaylı işlenmiş olmak üzere, Musa ve Yunus peygamberlerin adını da şiirde görürüz. “Tarih sudur bir bakıma” Ünal’a göre.  

Zeynep Arkan “Serbest Mai” şiirinde “Bağır çağır yine serbest değilsin içindeki su kadar” diyerek suya mekânsal bir sınır çizer ki su malum olduğu üzere bulunduğu kabın şeklini alan bir maddedir, burada da “iç”in şeklini almıştır. “İç” bir mekândır, sınırdır. Arkan, suyu içinde tutarak bir tür annelik sunar suya, onu hem korur sınırlar çizerek hem de ona bir serbestlik sunar, onu özgürleştirir. Max Jacob’un dizesindeki gibi bir kurgu çıkar karşımıza “Halkanın içinde başka bir halka, onun içinde de başka bir halka.” Sınırın içinde özgürlük, özgürlüğün içinde sınır.

Emre Söylemez’in ismiyle Fuzuli’ye selam gönderdiği “Su Kasidesi” şiiri 154 kelimeden oluşur. Söylemez bu şiirde yirmi bir kere suyu kullanır: “bayılıyorum suya / bundan daha fazla bulabilir miyiz / biraz daha kaldı mı, marsta var mıdır acaba”. Bu dizelerde dikkati çeken kelime tercihi “bayılıyorum”dur, şair burada “suyu seviyorum” ya da “suya aşığım” gibi bir cümle kullanmaz, bunun yerine şairaneliğe bir tür saldırı olarak yorumlanacak “bayılıyorum” kelimesi tercih edilir su ile birlikte. Ardından “kirli su temiz su kedi ölüsünün kaç dk içinde bulunduğu su / boyanacağımız bir boya yok kir içinde bizi bırakan şehre su / ölüden su çekilir ölünün arkasından su içilir / vahiy yeryüzünde bir damla sudan seçilir. peygamber su” hem hayatı hem de metafiziği içeren bir sayma dökme görürüz, Söylemez’in şiiri de bu hayat metafizik arasındaki git-gelden beslenerek güçlenir.

T.S. Eliot’ın “Çorak Ülke” şiirinin “Gök Gürültüsünün Dedikleri” adlı son bölümünde suyu, yağmuru çağırır, bekler “Çorak Ülke”sine fakat bir türlü gelmez beklenen. Şiirde etkiyi artırmak için suyun sesini de kullanır Eliot: “Şip şıp şip şıp şıp şıp şıp.” Şiirin orijinalinde bu kısım şöyledir: “Drip drop drip drop drop drop drop.” Drip, “şıp şıp su damlatma” anlamının yanı sıra damla, damlalık gibi anlamlara da gelmektedir. Drop: “damla” anlamının yanı sıra düşüş, iniş, azalma da demektir. Şiirin ilgili kısmı şu şekildedir: “Su olsaydı / Kaya olmasaydı / Kaya olsaydı ama / Su da olsaydı / Ve su / Bir pınar / Bir gölcük kayalar arasında / Hiç olmazsa su sesi olsaydı / Değil ağustosböceği / Ve türküyen kuru otlar / Ama bir su sesi kayalardan / Şakırken yalnızgezer ardıç kuşu orada çamlarda / Şip şıp şip şıp şıp şıp şıp / Ama ne gezer su”

Gertrude Stein “Hassas Düğmeler” kitabında suyla ilgili şu cümleleri kurar. “Bir gözlük camı, nedir bir gözlük camı, sudur o.”, “Susuzluk eşit bölünme değildir.”, “Su, su bir dağdır, seçilmiştir ve o kadar kullanışlıdır ki, paranın hiçbir gereği yoktur.”, “Bir göl, bir gölet olan tek bir göl ve biraz su, karınca olan ve yanmayan, hiç yanmayan her su, hepsi de apansızdır.”, “Her küçük şey sudur.” Bu cümlelerde en az iki farklı varlıktan bahsedilir ve bu iki varlık birbirine eşitlenir ya da eşitsizlik kurulur aralarında. Yani bir tür aforizma inşa edilir. Örneğin gözlük camı suya eşitlenir. Su dağa eşitlenir. Susuzluk eşit bölünmeye eşit değildir. Stein başka bir yazısında şöyle der: “Sonuç olarak herkes, yani yazı yazan herkes, içinde var olanı anlatabilmek için kendi içindeki yaşama ilgi duyar. Yazarların neden iki ülkelerinin olması gerektiği soruşunun yanıtı budur; biri ait oldukları yer, öteki de gerçekte yaşadıkları yer. İkinci ülke romantiktir, onlardan ayrıdır, gerçek değildir, ama gerçekten oradadır.” Stein tam da kendi bahsettiği gibi iki ülkeli bir yazardır. Su konusunda yazdıkları bunu kanıtlar niteliktedir. Bulunduğu ülkenin biri “su” iken diğeri “gözlük camı”dır. Bir ülkesi “her küçük şey”ken diğer ülkesi yine “su”dur. Bu iki ülke arasındaki git-gellerde şiir ortaya çıkar Stein’da. Benzer bir duyarlılığı Robert Creeley’de de görürüz. Creeley’in bir ülkesi “her şey”ken diğer ülkesi “su”dur. Bir de bakış eklemesi yapar: “Her şey sudur / yeterince uzun bakarsan.”

Philip Larkin “Su” şiirinde suya metafizik, dinsel bir anlam yükler: “Bir din kurayım diye / Buyur etseler beni / Sudan yararlanırım.” Deniz Gezgin şöyle aktarır: “Mitoslarda yaşam sudan doğmuştur dolayısıyla su insanın ilk kutsallarından birisidir. (…) Neredeyse tüm kültürlerin mitoslarında tanrıların insanlığı ortadan kaldırmak için gönderdiği Tufan cezası söz konusudur. Tufan suların yok edici gücünün mitolojideki en güçlü yansımasıdır. Yani mitolojide yaşam suyla başlar ve yine suyla son bulur. İlkte ve sonda suyun hâkimiyeti söz konusudur. Özellikle suyla ilişkisi daha güçlü olan toplumlarda suyun tanrı olarak benimsendiği, ibadetin suyla yapıldığı ve su kaynaklarının kutsal mekân olarak kabul edildiğini görürüz.” Larkin, Tanrısal hâkimiyeti su ile sağlayacağının bilincindedir, su hem hayattır, hem de cezadır, ölümdür. Şiirini şöyle bitirir: “Ve doğudan yükseltirim / Bir bardak suyu / Işığın her açıdan / Sonsuzca toplandığı.” Bu dizeler aklımıza Latince “ex oriente lux” sözünü yani “ışık doğudan yükselir”i getiriyor.

Bu yazıda suyun modern Türk ve Dünya şiirindeki izini sürdüm ancak şüphesiz atladığım birçok örnek de vardır. Yazının hacmi gereği en belirgin olanları ve saptayabildiklerimi yazdım.

KAYNAKÇA

Ahmet Haşim (1985). Bütün Şiirleri, Hz. Asım Bezirci. İstanbul: Can.

Arkan, Z. (2015). Orada Merhamet Varmış. Ankara: Ebabil.

Bachelard, G. Su ve DüşlerMaddenin İmgelemi Üzerine Deneme. Çev. Olcay Kunal. İstanbul: YKY.

Batur, E. (1997). Doğu Batı Divanı. İstanbul: YKY.

Batur, E. (1998). Modern Dünya Edebiyatı Antolojisi. Dönemli Yayıncılık.

Berk, İ. (2003). Toplu Şiirler. İstanbul: YKY.

Borges, J.L. (2020). Şu Şiir İşçiliği. Çev. Mukadder Erkan. İstanbul: Ketebe.

Creeley, R. (2021). Aşk İçin Çev. Enis Akın. İstanbul: YKY.

Çamlıbel, F.N. (1969). Han Duvarları. İstanbul: Milli Eğitim.

Dağlarca, F.H. (2010). Bütün Şiirleri 2. İstanbul: YKY.

Dağlarca, F.H. (2014). Bütün Şiirleri 1. İstanbul: YKY.

Eliot, T. S. (1990). Çorak Ülke Dört Kuartet ve Başka Şiirler. Çev. Suphi Aytimur. İstanbul: Adam.

Gezgin, D. (2018) Su Mitosları. İstanbul: Sel.

https://acikders.ankara.edu.tr/mod/resource/view.php?id=149744 (Erişim Tarihi: 01.12.2022)

https://indigodergisi.com/2015/12/kaos-ve-mitoloji-1-kaos-kavrami-ve-felsefenin-dogumu-yunan-mitolojisi/  (Erişim Tarihi: 01.12.2022)

https://tr.wikipedia.org/wiki/Whanganui_Nehri

https://www.160incikilometre.com/urun/adeta-goksel-bir-elin-suya-biraktigi-bir-ebru-musilaj-ahmet-guntandan-bir-siir/(Erişim Tarihi: 01.12.2022)

https://www.sadeimge.com/2021/07/28/su-kasidesi/ (Erişim Tarihi: 01.12.2022)

Jung, C. G. (2009). İnsan ve Sembolleri 4. Bas. İstanbul: Okyanus.

Kürkan, F. (2018). “Giresun’da Türk Su Kültünün İzleri”. Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Larkin, P. (2021). Bayram Düğünleri. Çev. Miray Çakıroğlu. İstanbul: Ketebe.

Mallarmé, S. (2015). Şiirler. Çev. Erdoğan Alkan. İstanbul: Varlık.

Müldür, M. (2020). Akolips/Amonyak- Toplu Şiirler II. İstanbul: YKY.

Nazım Hikmet (2008). Bütün Şiirleri. İstanbul: YKY.

Orhan Veli (1982). Bütün Şiirleri. İstanbul: Can.

Sanders, B. (2010). Öküzün A’sı Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü Şiddetin Yükselişi. İstanbul: Ayrıntı.

Stein, G. (2021). Hassas Düğmeler. Çev. Yasin Ömer. İstanbul: Dedalus.

Ünal, H. (2018). Yüz Sene Daha. Ankara: Hece.

[1] Yunan mitolojisinde büyük su kaynakları tanrı, diğer su kaynakları ise koruyucu ve kutsal kabul edilmiştir. Heraklit’in deyişiyle “Ruhlar için ölüm, su olmaktır.” Gılgamış destanında ölümsüzlük suyu denilen abıhayatın bulunulmasına değinilir. İkinci Mısır yaratılış teorisine göre başlangıçta evren sularla kaplıydı. Zamanla suların azalmasıyla yeryüzü yüzeye çıktı. Ölü ruhların susuzluktan acı çektiği inanışı mevcuttur. Hint mitolojisinde su, kutsal kitap Rig Veda’da “başlangıçta her şey ışıksız bir deniz gibiydi” şeklinde yer alır. Ramayana anlatısına göre; eski dünyanın etrafı suyla kaplıdır. Yeryüzü suyun üzerinde yaratılmıştır. Brahma dışındaki tanrılar sudan meydana gelmişlerdir. Çin mitolojisinde su simgesi olarak ejderha, yılan, suda yaşayan hayvanlar, yunus balıkları kullanılmıştır. Bu hayvanlar inanışa göre yağmur yağdırırlar, sel ve tufan getirirler. Özellikle ejderhalar, bulutlarda veya göklerde yaşarlar ve suyun, yağmurun tanrısı olarak addedilirler.

[2] Su öyle bir yerdedir ki Berk’te birçok şiirinin ismine dahi sirayet eder. Köroğlu’nda “Yaslı Su”, Çivi Yazısı’nda “Alfa Suyu”, Aşıkane’de “Kral Su”, Şenlikname’de “Su Birikintisi” ve “Su”, Atlas’ta “Su” adında üç ayrı şiir ve ayrıca “Duru Su” ve “Su Çocuk Çimen” adlı şiirler, Deniz Eskisi’nde “Kuyudan Su Alan Adamlar”, Şiirin Gizli Tarihi’nde (Delta ve Çocuk) “Su” adında üç ayrı şiir, Şairin Kanı’nda (Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum) “Su Saati”, Avluya Düşen Gölge’de altı parça halinde “Su Günleri” ve beş parça halinde “Su Zamanı”, Şeyler’de(Bir Şey Olanlarla Bir Şey Olmayanlar) “Su”, “Su I”, “Su III” ve “Suyu Gördüm II”de suya rastlarız.

Ertuğrul Rast, Buzdokuz 15, Ocak-Şubat 2023.
(Antroposen Çağında Şiir dosyasında yer almıştır.)