
Bâki Ayhan
Doğu Batı dergisi, 2023 Şubat-2024 Ocak arası sayılarını “Modern Türk Şiiri”ne ayırdı ve toplam dört sayıda, Yücel Kayıran editörlüğünde, altmış civarında yazarın destek ve/veya katılımıyla meydana getirilen bir dosya yayımladı. Yaklaşık 1250 sayfa tutan dört ciltte Doğan Hızlan, Abdullah Uçman, Oktay Yivli, İnci Enginün, Evren Erem, Mehmet Erte ve daha pek çok edebiyatçı birer yazıyla söz alıyor. Bazı yazarlardan iki veya üç yazı var (Devrim Dirlikyapan, Yalçın Armağan, Oğuz Demiralp, Yüce Aydoğan). Daha onlarca yazar bir iki yazıyla bırakılmışken dört sayının editörü Yücel Kayıran toplam 11 yazıyla kendisine sınırsız bir yer açıyor dosyada! Bir başka ifadeyle, Kayıran dosyada birer ikişer yazıyla yer alan 8-10 kişiye denk bir donanıma sahip görünüyor! Burada maksat edebiyata, şiire değin bir kazanım ortaya koymak, modern Türk şiirinin bir haritasını çıkarmak mı yoksa kişisel bir kariyer sağlamak mı? Şu tabloya bakılınca akla gelen ilk soru bu oluyor. Bu tip çalışmalar yapan herkesin öncelikle bu soruyu sağlıklı şekilde yanıtlaması, tabloyu ona göre oluşturması gerekir. Etiketin edebiyatta işe yaramayacağı elbette net olarak bilinir ama bazıları doçentlik, profesörlük seviyesinde akademisyen olmuş, bazıları edebiyata ömrünü vermiş kalemler birer ikişer yazı siparişiyle geçiştirilirken, üstelik YK kendi sipariş ettiği bazı yazıları da içeriğinden hoşnut olmadığı için sansürleyip dosyaya koymaktan son anda vazgeçmişken[i] sırf saz eline verildi, editör masasına oturtuldu diye bir kişinin bütün bir Modern Türk Şiirini kendini merkeze koyarak sınırlaması nasıl bir durumdur? Bu görüntü şiirle, edebiyatla mı yoksa kişisel psikolojiyle mi ilgilidir?
Denebilir ki niceliğe değil niteliğe bakalım… Olur, bakalım. Kaldı ki az önceki sayıp dökmeyi de kim var kim yok amacıyla, isim yoklaması niyetiyle değil editör yaklaşımının nesnel şekilde ve net olarak görülmesi için yaptım. YK, bir tahminde bulunacak olursak, büyük olasılıkla sadece kendisinin hazırlayacağı bir Modern Türk Şiiri dosyası planlamış, iş ilerledikçe bunun altından kalkamayacağını anlamış, sonra da sağa sola birer ikişer yazı sipariş ederek durumu kurtarmaya çalışmış, gelen yazıların bir kısmını zülf-i yâre dokunduğu veya içeriklerinden şahsi olarak memnun olmadığı için, diyelim ki kendisinin pek sevdiği isimlerden yazılarda söz edilmediği için dosyadan çıkarmış, sansürlediği yazıların yerine kendisi makale yazmaya çalışmış. Dosyada YK imzalı yazıların çokluğunun bir nedeni de bu olabilir! Manzaraya yönelttiğimiz dürbün, ne tarafından bakarsak bakalım bunu gösteriyor. Hal böyle olunca, YK hakkaniyetli bir çalışma gerçekleştirmek bir yana, hiç olmazsa sayfa sayısını tutturup zevahiri kurtarabilmiş mi? Göreceğiz…
Doğu Batı’nın Şubat-Mart-Nisan 2023 tarihli 104. sayısında, yani toplamın ilk dosyasında “Modern Türk Şiirinin Doğuşu” ana başlığı var. Editör (YK) ön sözün hemen girişinde modern Türk şiirinin doğuşunun “yıkımın keşfinden, eski dünyanın geri çekilmesinden kaynaklanan dekadans durumu” üzerinden gerçekleştiğini ileri sürerek ilk vahim hatayı yapıyor. Bunun nedeni, modern Türk şiirinin “yıkımın keşfinden, eski dünyanın geri çekilmesinden kaynaklanan dekadans durumundan” değil, lise öğrencilerinin dahi bildiği üzere “yeninin keşfinden, yeni bir dünyaya açılıştan, kendisinin farkında olmadığı ve yüzyıllarca küçümsediği Batı’yı fark etmesinden” doğmuş olmasıdır. Tanzimat’ın ilk nesil şairleri “eskiyi yıkarak” değil, “yeniyi keşfederek” işe başlarlar. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa vd. Avrupa deneyimlerinin ardından yeni bir dünyanın varlığını fark ve keşfederek yeni ve yenilikçi edebiyata yönelmiştir. Sadece Sadullah Paşa’nın modern bilim, sanat ve teknolojinin apolojisini yaptığı, Batı’nın o dönemde geldiği yeri örneklerle tek tek açıkladığı “Ondokuzuncu Asır” manzumesini okumak, dönem içinde fenomen olmuş Hoca Tahsin Efendi’nin “Paris’e git bir gün evvel akl ü fikrin var ise / Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” beytini hatırlamak bile yeterli olmalıdır. Daha da ilginci, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın gençlik yıllarında “Encümen-i Şuara” içinde yer alıp klasik şiire yani Divan geleneğine bağlılarken; Batı’yı gidip yerinde gören, eğitimini Fransa’da yapan ve memlekete dönüp modern akılcı zihniyeti temsilen gazete çıkarmaya başlayan Şinasi’yi tanıdıktan sonra Avrupai edebiyata yönelmiş olmalarıdır. Açık şekilde görülmektedir ki “geriye çekilen” bir eski dünyadan değil, şairlerin yeniyi, moderni keşif yeteneğinden söz edilmelidir. Tabii, bütün bunları görebilmek için ortalama bilginin ötesine geçip biraz araştırma yapmak, hiç olmazsa yazı sipariş edilmiş isimlerden bazılarının kaleme aldığı makalelere, edebiyat tarihlerine bakmak gerekirdi. YK bunu yapmamış, yüzeyden edindiği bilgilerle hareket etmiş, yeterli bilgi sahibi olmadığı Türk şiir tarihi alanında fikir sahibi olmaya çalışmış, bu nedenle de daha ilk adımda baltayı taşa vurarak işe başlamıştır.
Kayıran, daha vahim bir hatayı, bu sayıda yer verdiği ve Faruk Nafiz, Enver Gökçe ve Cahit Külebi’yi birtakım esrarengiz ilişkilerle birbirine bağladığı “Poetik Determinizm…” başlıklı yazısında yapıyor. Yazı baştan sona nereden tutulacağı belirsiz iddialarla dolu. Yazarın, “yerleşik eleştirel hükümlere göre biraz tuhaf olacak” dediği bu ilişkiler ağının merkezine Gökçe bağlamında koyduğu ilk bilgi yetersiz ve yanlış olduğu için gerisini tartışmaya gerek yok. YK; Faruk Nafiz ve Enver Gökçe arasında aşırı zorlama bir ilişki kurmaya çalışırken bir yandan da “ideolojik açıdan bir araya gelmez karşıtlıkların söz konusu olduğunu çünkü Faruk Nafiz’in milliyetçi, Gökçe’nin ise sosyalist olduğunu” ileri sürüp bunu temele, temele de paslı demirleri kendi elleriyle koyuyor. Temel çürük, temel tamamen çürük çünkü YK dikkat çekme amacına yönelik iddialarla sayfa doldurmayı değil de ciddi bir makale yazmayı arzulayıp biraz araştırma yapsaydı Enver Gökçe’nin üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi aldığını, onlarca halk öykü ve masalının ve Dede Korkut Hikâyeleri’nin yeni derlemelerini yaptığını; Türkmence, Kırgızca, Karaimce, Göktürk ve Oğuz lehçeleri hakkında ciddi çalışmalar gerçekleştirdiğini; öğrencilik döneminde Cumhuriyet’in yerli ve millî yayın organı olan Ülkü dergisinde çalıştığını, “Ağıt, Bir Alıp Satıcı Gönül, Çit Köyü” gibi şiir ve/veya yazılarını 1943’te bu dergide yayımladığını, yani sözün özü Gökçe’nin edebiyata milliyetçi-memleketçi hatta biraz zorlarsak Türkçü bir görüşle başlayıp uzun süre de öyle devam ettiğini görecek, “biri sağcı öteki solcu olduğu için bir araya gelmez bakış açıları vardır” gibi mesnetsiz iddialarda bulunmayacaktı. (Yazar, bir yerde, bu derin gerçeğe ve temele koyması gereken [b]ilgi kaynağına, okuyucuyla alay eder gibi, “göz ardı etmeyelim” deyip geçiyor. Ortalama bilgiye sahip biri dahi, Gökçe’nin halk verimine, halka, memlekete olan ilgisinin öğrencilik yıllarındayken milliyetçi bir parantezle şekillendiğini, daha sonraları aynı verilerin sosyalist düşünceyle biçim aldığını görebilir. Yani onun sağcılığında da solculuğunda da “halk verimleri” kaynağı aynıdır, sadece bakış ve yorum değişmiştir. Bu işler, hem (YK’nin deyişiyle) “resmî edebiyat tarihi” kaleme alan akademisyenlerden makale istemek hem de “resmî edebiyat tarihi böyle söylüyor ama ben böyle söylüyorum” demekle olmaz. Azami derecede bilgi sahibi olunmadan asgari düzeyde fikir sahibi olunamaz; olunduğu zannedilirse çürük temel üzerine bina kurmanız kaçınılmazdır. Tamam, Türkiye’de herkes her şeyi olabilirim, yapabilirim sanıyor, öyle bir dönemden geçiyoruz ama hiç olmazsa edebiyatı bu dekadanlıktan korumak gerekir. Edebiyat Türkiye’de her zaman ciddi bir iş olmuştur, arada bu ciddiyetin hilafına işler olmuşsa da son sözü her zaman edebiyatın hakkaniyeti söylemiştir.
Aynı ciltte Ahmet Haşim bağlamında da çok tuhaf bir durumla karşılaşıyoruz. Yılmaz Varol imzalı, bağımsız yazı olarak okunduğunda çok değerli, benim bile yeni şeyler öğrendiğim, “Ahmet Haşim’in Bir Mektubu ve Devlet Kapısında Türk Edipleri” başlıklı bir makale var. Yazı, Haşim’in poetikasından çok devletle, bürokrasiyle, siyasi çevrelerle ilişkisine dairdir ve tekrar edelim, kendi başlığı altında son derecede değerli bir yazıdır. Ne var ki içerik açısından bu yazının modern Türk şiirinin kurucu ufku olan Ahmet Haşim’i temsil ettiği söylenemez. Burada yazar Yılmaz Varol’un değil ama editör YK’nin çok ciddi bir basiretsizlik örneği sergilediği açıktır. “Makaleleri dergiye koymadan önce ikişer üçer defa okudum” diyen ve zaten yapması gereken bu işi de sanki doğal gereklilik değil de büyük bir maharetmiş, fedakârlıkmış gibi okuyucunun gözüne sokan editör, bu makaleyi ya hiç okumamış ya da modern şiir konusundaki ufuksuzluğu nedeniyle Haşim’e dair ikinci bir makale istemeye gerek duymamıştır. Hemen her şairle, hatta ikinci seviyede denebilecek şairlerle ilgili makaleler bile iyi kötü onların poetikası ile ilgiliyken Haşim gibi, Türk şiirine modernizmin ufkunu açan, ilk bireysel manifestoyu yazan, Yahya Kemal’e bile pek çok konuda öncülük eden, kendisinden sonra gelen bütün şair kuşakları tarafından gündemde tutulan bir şairle ilgili poetika merkezli bir makale olmaması editör YK’nin sahip olduğu ufkun bir göstergesidir. (“Ufuk”un öz Türkçesi, “çevren”dir ama bu sözcüğün dar anlamda “çevre” diye anlaşılmaması gerekir!)
Bir başka tuhaflık, sayfa 46’da Özdemir Asaf bölümünde. Neymiş, “modern Türk şiirinde modern kadını ilk betimleyen, Özdemir Asaf” imiş! Bunu da 1955 yılında yapmış! Üstelik, modernliğin kriteri de “başı açık” olmakmış!!! Nasıl bir sosyopsikolojik ruh hali içinde yaşayan biri böyle bir kriter koyabilir meraktayım. Modern kadın olmayı fevkalade sığ bir kritere bağlayan editör yine baltayı taşa vuruyor. Haydi, kendisi belli ki Nâzım Hikmet’i ve toplumcuları sevmiyor, bu nedenle onların Asaf’tan on beş yirmi yıl önce yayımladığı bu temadaki şiirleri görmüyor veya görmek istemiyor; kendisine 1950’de yani Özdemir Asaf’ın o şiiri yazışından beş yıl önce ölmüş olan Orhan Veli’nin “Şoförün Karısı” (1944) ve “Sereserpe” (1946); 1956’da hayata veda eden Cahit Sıtkı’nın taa 1944’te yazdığı “Kadın Göğsü” şiirini okumasını tavsiye ediyorum. “Ben onu demek istemedim…” diyorsa yine Cahit Sıtkı’nın “Hizmetçi Kız” (1945) şiirine baksın. “Hizmetçiden, modern kadın mı olur?” diyorsa aynı şairin 1945 tarihli “Mesut Çift” şiirini ezber etsin. Daha genel bir öneri olarak da şunu söyleyebilirim: Herhangi bir kitaptan rastgele bir sayfa açıp sonra ona dayalı vehimkâr “ilk”ler iddiasından vazgeçip kronolojiyi yedeğine alarak biraz şiir okusun. Eleştiride ilk şart azami bilgi şartıdır.
Ciddiyetsizlik sadece edebiyat tarihine ilişkin bilgi, akademizm, eleştiri bağlamlarında kalmıyor. Bu ilk ciltte yazım, noktalama, ifade bozuklukları o kadar fazla ki dosyanın aceleye getirilmiş olduğu açıkça görülüyor. Birkaç örnek: Sayfa 26’daki “manzuma” sözcüğü “manzume” olmalıydı. Yine 26. sayfada “kâri” şeklinde yazılan sözcük “işle, ticaretle, kârla ilgili” anlamındadır ve şiiri berbat etmekte, şairin okuyucular yerine tüccarlara seslendiğini düşündürmektedir; sözcüğün doğrusu “kaari” veya “kāri” şeklindeki yazılıştır. Bir sonraki sayfada “hübiyette” diye yazılan sözcüğün doğrusu “hüviyette”, “samimiyetti” yazılanın doğrusu “samimiyeti”dir. Sayfa 28’de tuhaf şekilde “son ucunu” yazılan sözcük “sonucunu” olmalıdır. Bu sayfada “kendilerine menkul” şeklinde yanlış kullanılan deyimin doğrusu “kendilerinden menkul”dür. Yine aynı sayfada “inkilapcısı” şeklinde yazılan sözcük, (bu şekilde yazılınca “köpekleşmecisi, köpekçisi” anlamına gelir) vahim bir başka hata örneğidir. Bunun doğrusu “inkılapçısı”dır, yani “devrimcisi”! YK’nin “poetik tekil ona katılımıyla” şeklinde kullandığı ifade “poetik tekilin ona katılımıyla” şeklinde düzeltilmelidir. Sayfa 29’da “imgeleştirmesini” yerine “imgeleştirmesine”, “saç ayağı” yerine “sac ayağı/sacayağı” şeklindeki ifade ve yazılışlar tercih edilmeliydi. Bunlara ve en az bunlar kadar olan diğer hatalara baktıkça yazarın asgari düzeyde imla bilip bilmediği konusunda ciddi şüpheler uyanıyor insanda. Bu sayfada yazarın dil bilinçsizliği yanında kronoloji sıralama konusundaki durumu da zirveye çıkıyor. Yazar, ardı arkası kesilmeyen savaş gerçekliğine bağlayarak “Kurtuluş Savaşı, Çanakkale Savaşı, Yemen” sıralamasını yapıyor. Yani önce Kurtuluş Savaşı yapılmış, sonra Çanakkale, daha sonra da Yemen! YK kendi afaki yorumlarının doğruluğuna o kadar iman etmiş ki, az ileride, yine kendi yazısında “benim ifademle” diyerek (güler misin ağlar mısın) kendisini kendisine tanık gösteriyor! İleri sürdüğü iddia ise tamamen yanlış! Neymiş, “Çamlıbel-Kamu-Tecer çizgisi… Bu poetika bütün Türk şiiri tarihinde Anadolu’ya yönelen ilk poetika” (s. 31) imiş. Diyecek çok şey var ama sakin kalayım ve Mehmet Emin Yurdakul’un memlekete, Anadolu’ya yönelişinin 1890’ların sonlarında gerçekleştiğini, bunun poetik açıdan bir ilk olduğunu, o tarihlerde Çamlıbel’in henüz 1 (evet, bir) yaşına basmaya hazırlandığını, Tecer ve Kamu’nun (her ikisi de 1901 doğumludur) henüz dünyaya gelmediğini hatırlatmakla yetineyim. Bir zamanlar YK yine iddialı bir yazısında “Tanzimat şairi Tevfik Fikret” demiş, ben de aynı derginin bir sonraki sayısında şahsa bir uyarı notu yayımlamıştım. Aradan geçen 20 yılda, YK, Tevfik Fikret’in Tanzimat değil Servet-i Fünun şairi olduğunu öğrenmiş, bu dosyalarda bunu görebiliyoruz. Önümüzdeki yirmi yılda da Mehmet Emin’i öğrenmesine vesile olacaksam bundan mutluluk duyarım.
Mayıs-Haziran-Temmuz 2023 tarihli 105. sayı, 1940-60 arası döneme ayrılmış görünüyor. Dergi yine editör YK’nin yazısıyla açılıyor ve yine daha ilk cümlelerde altı boş bir iddia ile karşılaşıyoruz: “Poetik bir olayın nedeni yine poetik bir olaydır, siyasi bir olay değil.” Neresinden tutulsa elinizde kalacak, ciddi bir fikir ileri sürülüyormuş gibi yapılıp tamamen beyhude bir iddia ileri sürmeye yönelik bir örnek verilsin dense mükemmel bir misal teşkil edecek bu söze belki bu hiç itiraz etmeye bile gerek olmazdı. Biz, YK’nin bu iddiasının ne kadar geçersiz olduğunu, dolayısıyla yazısının devamının da bu beyhudelik üzerine inşa edildiği için tamamen zaman kaybı olduğunu belirtip geçelim: İlk büyük modernlerden Victor Hugo’nun ortaya çıkışı Fransız İhtilali temeline dayanır. Namık Kemal’in arka planında Fransız İhtilali, Hugo, Tanzimat, zorba bir yönetim sergileyen Abdülhamit’in lağvettiği Birinci Meşrutiyet vardır. Mayakovsky’nin sanatı da intiharı da Bolşevik İhtilali’nden bağımsız okunamaz. Gençlik yıllarında Yahya Kemal özentisi şiirler yazan Nâzım Hikmet’in dünyayı yeni ve gerçekçi bir bakışla kavrayıp şiirini kökten değiştirmesinin nedeni sosyalizmle doğrudan tanışmasıdır. Örnekler çoğaltılabilir ama gerek yok, bilenler biliyor. Bunu bilmeyen YK’nin ise öğrenmesi gereken basit gerçek şudur: Edebiyat, sadece edebiyat değildir!
Yazıdaki ikinci vahim hata muhteşem bir anakronizm örneği! YK, modern Türk şiirinin başlangıcına Fikret’i koyuyor. Olabilir, bir tercihtir diye bakılabilir. Bazıları oraya Yahya Kemal’i, bazıları Şinasi’yi koyar. Ben ise modern(ist) Türk şiirini Ahmet Haşim’le başlatırım. YK’nin de Fikret’i tercih etmesi normaldir. Normal olmayıp abes olan, Fikret’e dair yazılardan yola çıkılarak modern Türk şiirinin ilk eleştirmeninin Rıza Tevfik olduğunun ileri sürülmesidir. İddiaların içeriğine burada detaylı şekilde girmeyi gereksiz görüyorum çünkü o zaman bir önkabulle hareket edip YK’nin düştüğü anakronizm tuzağına ben de düşmüş olacağım. Rübab-ı Şikeste’deki şiirlerin yazılış ve yayım süreci 1895-1900. Kitabın yayın tarihi 1900. Rıza Tevfik’in yazısının tarihi 1918! Yani, on sekiz yıl önce basılan bir kitap hakkında üstelik şairinin ölümünden üç yıl sonra kaleme alınan bir yazı Fikret’in şiirinin ve dolayısıyla da modern Türk şiirinin ilk eleştiri yazısı, Rıza Tevfik de ilk eleştirmeni oluyor! Edebiyat eleştirisinde, farklı bir şey söyleyeyim deyip tarihsellik bağlamını elden kaçırdınız mı tutunacak dalınız kalmaz. Fikret’in şiiri parnasyen bir şiirdir, hatta Rıza Tevfik’in de belirttiği gibi bazı şiirleri natüralisttir. YK kutsal metin ilan ettiği yazıyı biraz ciddiyetle okuyup yahu bu natüralizm de nereden çıktı diyerek az daha gerilere gitseydi yolda Beşir Fuat’a rastlayacak, onun romantik şairlere ne derecede ağır ve alaycı eleştiriler yönelttiğini görecek, Servet-i Fünun şiirindeki parnasyen ve natüralistik yapının 1885’ten itibaren Beşir Fuat eliyle başlatılan ve önceleri Menemenlizade Mehmet Tahir ile Beşir Fuat arasında cereyan edip zamanla genişleyerek bir döneme damgasını vuran “Hayaliyyun-Hakikiyyun tartışması”[ii] üzerine temellendiğini fark edecek, hatta Servet-i Fünun’un bir edebiyat dergisine dönüşmesinde bu ve benzeri tartışmaların (Zemzeme-Demdeme, abes-muktebes vs.) milat olduğunu öğrenecek, bu sayede eleştiride tarihsellik bağlamını da yakalayacak, Rıza Tevfik’i eleştirmen diriltme ameliyesine hiç girişmeyecekti. Geçmiş olsun… YK’ye tavsiyem, Rıza Tevfik’i illa da diriltmek istiyorsa eleştirmenlik bağından değil şiirden yürümesi ve Feylesof Şairin nefes/deme etkisiyle kaleme aldığı şiirlere baksın. Hiç fena değildir… Bu arada, Felsefi Şiir’in gerçekte nasıl bir şey olması gerektiği, olabileceği konusunda da ondan öğreneceği çok şey olacaktır.
Derginin Ağustos-Eylül-Ekim 2023 tarihli 106. sayısında, yani dosyanın üçüncü cildinde 1960’lardan 80’lere uzanan sürece odaklanılıyor ve bu sayı da editör YK’nin giriş yazısıyla açılıyor. Editör özensizliği hemen kapakta kendini gösteriyor. İkinci Yeni şiiri bir önceki sayıda işlenmişken ve bu sayıda 60’lardan yola çıkılırken Cemal Süreya fotoğrafının kapakta ne işi var? (Zaten bir önceki sayının kapağı da tuhaf idi; Garip’in de İkinci Yeni’nin de işlendiği bir sayıda kapağa sadece Orhan Veli fotoğrafı koymak, hareketin başlangıç yıllarında bütün yazılarında Orhan Veli’ye hücum eden İkinci Yeni şairlerine hakaret gibi olmamış mı?) YK, her zamanki iddialı ama tutarsız tavrıyla İkinci Yeni’nin kurucu şairlerinden Cemal Süreya’yı 60 Kuşağı’na mı dahil ediyor yoksa? Neyse… Kapakla daha fazla vakit harcamayalım deyip giriş yazısına baktığımızda şahsın ilk ciltte ileri sürdüğü iddiayı bir parça ifade değişikliğiyle tekrarladığını görüyoruz: “Modern Türk şiiri, 19. yüzyılın sonunda yıkım halinde olan bir dünyanın keşfiyle doğar.” Ne var ki YK buradaki ifade değişikliğiyle, ilk ciltte ileri sürdüğü iddiayı tersine çevirmiş oluyor! Altı ay önce, “yıkımın keşfinden, eski dünyanın geri çekilmesinden kaynaklanan dekadans durumu”ndan doğduğunu ileri sürdüğü şiirin kuruluşunu bu defa “yıkım halinde olan bir dünyanın keşfiyle” açıklıyor. İfade muğlak hatta tersine dönüktür. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa üçlüsü, şimdi, yeni Türk şiirini, “yıkım halinde olan bir dünyayı keşfederek” mi kurmuştur? YK’nin iddiası açık ve seçik şekilde böyledir. Peki gerçek öyle midir? Hayır, tam tersidir! Daha önce de değindik ama YK aynı hatada ısrar ettiği için tekrarlamakta yarar var: Bu şairler Batı yaşamını, Batı kültürünü, Batı edebiyatını keşfederek yeni Türk şiirini kurmaya başlamıştır. Şinasi gazeteyi Fransa’da öğrenip memlekette gazeteciliği başlatmasaydı yenilikçi edebiyatın başlayacağı yoktu. Eski edebiyattan farklı olması amaçlanan tek tük eskizlerle yetinilecekti. Gazetecilik, yani Tercüman-ı Ahval bir devrimdi ve yenilikçi ilk eserler de (ilk makale, ilk tiyatro…) o gazetede yayımlanmıştı. YK’nin iddiası paralelinde bakacak olursak, “Batı XIX. yy.da yıkım halindeydi, bizim şairler o yıkımı keşfetti ve oradan yeni Türk şiirini kurdu.” YK’ye önerim, bu satırları okur okumaz, pek de aşina olmadığı anlaşılan ana kaynakları bulup Sadullah Paşa’nın meşhur “Ondokuzuncu Asır” manzumesini, Namık Kemal’in terakki, medeniyet, maarif konulu makalelerini, Şinasi’nin gazete yazılarını ve Reşit Paşa için yazdığı kasideyi okumasıdır. Bu yolla, hem yeni Türk şiirinin yıkım halindeki değil tam tersine yükseliş halindeki bir dünyanın keşfinden doğduğunu hem de “poetik bir olayın nedeninin yine poetik bir olay” olmadığını, “siyasi bir olay” olduğunu da ilk elden öğrenmiş olacaktır.
Yazının ilerleyen kısımlarında geçen “60’lı yılların en önemli farklılıklarından biri, işçi sınıfının bir varlık ve yaşama biçimi olarak şiire girmesidir.” cümlesini ise iki açıdan okurun insafına bırakıyorum: 1) Böyle bir cümle kurulabilmesi için “1940 Kuşağı” diye adlandırılan bir kuşağın hiç yaşamamış, 1960’lara dek işçilerin dünyasını anlatan tek şiir yazılmamış, haydi onlarca örneği geçtim de Rıfat Ilgaz’ın şiirlerinin yeryüzünden silinmiş olması gerekir. 2) Kendisiyle bu derecede çelişen bir eleştirmen olabilir mi? Hani, “poetik bir olayın nedeni yine poetik bir olay idi ve siyasi bir olay olamazdı”?! Nasıl oldu da işçi sınıfı 1960’lar şiirini belirledi. Yoksa bizim haberdar olmadığımız, edebiyat tarihçilerinin hiçbirinin bilmediği, varlığından sadece YK’nin haberdar olduğu “poetik işçi sınıfı” diye bir şey mi vardı o yıllarda?
Kasım-Aralık-Ocak 2023-24 tarihli 107. sayının kapak görselinden bu sayının 1980-90 aralığına ayrıldığını anlıyoruz. YK, nedendir bilinmez, kapağa üç şairin fotoğrafını koymuş, bunların üçü de kadın şair. Kapağa bakan biri, magazin dergisi için hazırlanmış bir kapak gördüğü izlenimi ediniyor. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için söyleyeyim; sözüm elbette kapaktaki şairlere değil, YK’nin tutarsız tavrınadır. Hiç olmazsa Lâle’yi ve şiirini ne kadar sevdiğimi, onunla ilgili kapsamlı makaleler yayımladığımı bilenler bilir. Haydi yine kapakla oyalanmayıp dergiye geçelim diyerek sayfaları çevirince görüyoruz ki iç dosyanın kapakla yani 80’lerle hiç ilgisi yok, 90’larla ilgisi de temas düzeyinde! Peki ne yapmış editör? Demiş ki, “Bu sayıdaki yazılar, ilk üç sayıya yetişmeyen yazılardan oluşuyor.” Evet, yanlış okumadınız, aynen böyle diyor!!! Yani ilk üç sayıya girmesi gerekirken yetiştirilememiş yazılar az önce değindiğim bir kapak altında, üstelik “yeni dekadans” gibi artistik bir başlıkla sunuluyor. Mükemmel bir “dekadans” örneği!… Kapaktan itibaren 1980 sonrasına ayırıldığı düşünülen dosyadaki yazıların konu nesneleri İlhan Berk, Can Yücel, KKTC şiiri, Cevat Çapan vs. Dosyada 80’lerden Lâle Müldür, Ahmet Erhan ve küçük İskender’in varlığı elbette dönemi ve dosyayı kurtarmıyor çünkü onlar var ama şunlar hakkında makale yok: Yaşar Miraç, Haydar Ergülen, Tuğrul Tanyol, Adnan Özer, Mehmet Müfit, Metin Celâl, Oktay Taftalı, Ahmet Güntan, Şavkar Altınel, İhsan Deniz, Hüseyin Ferhad, Murathan Mungan, Enver Ercan[iii], Nevzat Çelik, Tuğrul Keskin vd. Evet, tren kalkarken son vagona son anda yetişenlerden üç dosya, yetişemeyenlerden de bir dosya yaparsanız sonucun böyle olması kaçınılmazdır. YK, ilk ciltteki dosyanın girişinde “Tezli bir çalışmadır bu. Her cildin özgün bölüm başlığı rastlantısal değildir. (…) Bu konuda mütevazı değilim. Toplamda altmış yazı var ve bunların her biri özgün analiz. Bütün yazıları en az iki defa okudum. Bazılarını üç defa.” iddiasıyla yola çıkmıştı. Dosyanın tezli olunan ve mütevazı olunmayacak hali buysa tevazu gösterilmiş tezsiz halini ben şahsen düşünemiyorum. Bari ben de hiç mütevazı olmadan söyleyeyim: Bir master veya doktora öğrencim böyle bir “tez”le karşıma çıksa, edebiyat eğitimine birinci sınıftan tekrar başlamasını tavsiye ederdim.
İlk ciltte başlayan, sonraki ciltlerde devam eden somut hatalar dördüncü ciltte de devam ediyor. Bu cildin 21. sayfasında YK tarafından yapılmış “Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” diye bir adlandırma göze çarpıyor. Bir şairin 1994’te çıkan kitabında yenilgi metaforunu işleyişinden söz ederken “genel bir dekadans durumunu değil Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin çöküşünü baz alır göründüğünü” ileri sürüyor. Ortalama bir lise öğrencisi bile 1990’larda çökenin “Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” değil, “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” olduğunu bilir. Yahu bu kadar da abartmaya gerek var mı hocam, neyi kastettiği belli değil mi zaten diyenleri duyar gibi oluyorum. Keşke öyle olsaydı, ben de üzerinde bu kadar durmazdım. YK, “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” yerine “Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” derken sadece dil sürçmesine değil çok vahim bir hataya da düşüyor çünkü tarihte “Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” diye bir adlandırma var ama o, YK’nin kastettiği genel devleti tanımlayan değil; “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği”ne bağlı küçük cumhuriyetleri tanımlamak için (örn. Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) kullanılan bir adlandırmadır sadece. Yani, basit bir dil sürçmesinin çok ötesinde bir semantik “dekadans” var burada!
Ciltteki en vahim kavramsal hatalarından biri de “İslami paralel toplumculuk”! YK bu kavramı (!) “toplumcu duyarlılığı” olan ama bunu sadece ülkedeki dinibütün kesim için kullanan şairlerin tavrını izah ederken kullanıyor. Sözgelimi Arif Ay, “paralel toplumcu” bir şair ona göre. İsmet Özel ise önceleri “toplumcu”, sonraları “paralel toplumcu” oluyor! YK’ye göre, paralel toplumcu şairler üslup açısından komünist şairlerden etkilenmişler ama içerik olarak Müslümanlara, onların sorunlarına odaklanmışlar, diğer kesimleri dışlamışlar. Öyle diyor. Modern edebiyatta, şiirde, eleştiride ne zamandan beridir inanç yahut din kriterine göre kavramlar üretiliyor? Ne zamandan beridir bir çizgi olağan sayılıyor da diğeri ona göre konumlandırılıp “paralel” sayılıyor? Belirleyici, tanımlayıcı olma iddiası taşıyan bir kavram bu kadar sığ olabilir mi? Şairleri biçim-biçem, dönemsel veya poetik zihniyet üzerinden tanımlamak yerine ateist, deist, ılımlı müslüman, radikal müslüman, Hristiyan, Satanist, Musevi, Paganist, paralel, antiparalel, dikeykesen, yataygiden diye mi tanımlayacak YK bundan böyle?
YK bu vahim hatalara, son cilt bağlamında, kendisini bütün bir 90’ların sahibi, hakimi, savcısı sandığı için düşüyor. Yakın geçmişten küçük İskender’in şiiri 2,5; Didem Madak 2 sayfada toparlanmışken; Zeynep Köylü, Fatma N., Mehmet Can Doğan, Hayriye Ünal, Gonca Özmen, Cenk Gündoğdu, Atakan Yavuz, Zeynep Arkan, Ahmet Bozkurt, Mustafa Uçurum, Mustafa Köneçoğlu, Cihan Oğuz, Mustafa Erdem Özler, Hakan Şarkdemir, Alphan Akgül, Özcan Erdoğan, Onur Sakarya ve daha pek çok değerli kalemden dişe dokunur şekilde söz edilmez, hatta adları bile anılmazken YK’nin editör-eleştirmen sıfatıyla onca sayfayı harcadığı yetmezmiş gibi kendisinin şairliği hakkındaki yazı (sıkı durun!) tam 14 sayfa!!! Yani YK, toplamda dört İskender, iki Didem ediyor. Yazan o kadar yazmış olabilir, YK ne yapsın diyeceksiniz. Demeyin. Bu vahim dengesizliğe bizzat YK hem editör hem de son ciltteki “Modern Türk Şiirinde 90’lı Yıllar: Sıfır Momenti ya da Tarihin Yokluğu” başlıklı yazısıyla eleştirmen olarak imza atıyor. Başlığı içeriğinden uzun denebilecek bu minyatür yazıda 90’larda şiire başlamış, kitap yayımlamış, dergi çıkarmış hiçbir şairin adı geçmiyor. Birhan Keskin yok, Ömer Erdem yok, Didem Madak, Osman Özbahçe, Osman Çakmakçı, Hüseyin Akın, İbrahim Tenekeci, İrfan Yıldız yok. Herhalde uzun yazarsam bunlardan bahsetmek zorunda kalırım diye hiçbirinin adını bile anmıyor. Peki, kim var yazıda? Doğru tahmin ettiniz: Yücel Kayıran! Kendi yazısında kendisini dönemin tek şairi, temsilcisi olarak gösteriyor ve yazıyı kendisinden alıntılarla bitiriyor. Sayın YK; sen Doğan Hızlan, Hami Çağdaş, Raşit Çavaş, Enver Ercan, Murat Yalçın, Orhan Koçak, Mehmet Can Doğan vd. gibi editör ve eleştirmenlerin dergilerinde yıllarca yazılar yayımladın, bir anlamda onlarla teşrik-i mesaide bulundun, bulunuyorsun. Edebiyat etiği konusunda hiç mi bir şey öğrenmedin?
Sona gelirken… Daha başka vahim hatalardan, ciddi eksiklerden de söz edilebilir ama buna gerek yok. Yukarıdaki saptama ve örneklemeler zaten ne kadar vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Modern Türk şiiri, önüne gelenin at oynatacağı, şairlerin birbirlerini istedikleri şekilde ağırlayacağı boş bir saha veya sofra değildir. Aşırı öznel bir yaklaşımla torbaya elma armut doldurur gibi bir kısmının adını bile duymadığımız ikinci üçüncü seviyede edebiyatçıları dosyalara doldururken Necatigil’in bağımsız bir şair olarak adının bile geçmediği bir çalışmayı nereye koyalım? O sofrada kırık bir sandalye olsun koyamadınız mı Necatigil’e? Evet, dosya sayfalarını ardına dek açarak suni teneffüsle hayat vermeye çalıştığınız şairleri baş tacı ederken Necatigil’i şairden saymamanızı, 1250 sayfalık bir toplamda ona yer vermemenizi neyle açıklayacaksınız? Yabancı diliniz yokken derginin devamında Modern Batı Şiiri adı altında iki dosya düzenlemenizi kime nasıl açıklatacaksınız? Çok mu ince düşünüyorum bilmem ama Modern Batı Şiiri dosyasında (sayı 103, Kasım-Aralık-Ocak 2022-23) Hintli Tagore’un veya Meksika şiirinin ne işi olabilir? Batılı şairler midir bunlar? Hindistan ve Meksika Batı ülkeleri midir? Kapakta verilen bilginin dergi içeriğiyle örtüşmemesi pirinç paketinde bulgur satmak gibi değil midir? Keşke 2022’de biri sizi ikaz etseydi; belki “yabancı dil bilmeden bunu yapabiliyorsam Türk Şiiri dosyalarını haydi haydi hazırlarım” diye gereksiz bir özgüvenle düşünmekten vazgeçer ve böylece çok isabetli bir iş yapmış olurdunuz. Bazı şeyleri yanlış yapmaktansa hiç yapmamak daha iyidir.
İlla da yapılacaksa… Böyle bir çalışma nasıl yapılırsa amacına ulaşır, gerçekten edebiyata yararlı olur, edebiyat tarihinde bir alan açar, gelecekte bu konuda araştırma yapacakları ne ölçüde ilgilendirir ve belge değerine ulaşarak kaynaklık eder? Bunun, YK’nin yaptığı şekilde olmayacağı açıkça görülüyor. Peki, ne şekilde olabilirdi? Bu çalışmada kendilerine yazı sipariş edilen, demek ki ciddiye alınan, fikirlerine ve kalemlerine önem verilip güvenilen onlarca isim var, içlerinde ombudsman seviyesinde isimler de mevcut. Onların hiç olmazsa üçü beşi ile bir araya gelinir, görüş alışverişinde bulunulur, bir yol haritası çizilir ve çalışma öyle şekillenebilirdi. Tek kişinin baş editör olmasında sakınca yok; önemli olan, bu editörün donanımlı, birikimli, nesnel bakabilen, edebiyattan ve şiirden anlayan, edebiyatla sosyal hayatın ve diğer disiplinlerin ilişkisini reddetmeyen, geniş ufuklu biri olmasıdır. Birbirinden tamamen farklı hatta kimi zaman zıt dönemlerin, çatışmalı zihniyetlerin yansıma alanı olan modern Türk şiirine; edebiyat tarihini bilmeyen, bu tarihin detaylarını geçelim en yüzeydeki taraflarına bile hakim olmayan, disiplinlerarası ilişkiden bihaber, benmerkezci birinin hakimiyeti mümkün değildir. Böyle uzun ve geniş perspektifle bakılmayınca anlaşılamayacak bir dönem değerlendirmesini, isabetli seçimler yapamayan, kerameti kendinden menkul tek kişinin davetiye zarfında toplamaya çalışmanın yanlışlığı ortada. Türk ve dünya edebiyat çevreleri, akademileri, kurumları ve/veya kurumsal dayanışma ortamları bu konularda son elli yılda epeyce mesafe kat etti, yanlışlar yapa yapa belli bir noktaya geldi. Şimdi, bu kadar deneyim ve birikim ortadayken, birbirinden farklı bakış açılarıyla sekiz on modern Türk edebiyatı tarihi yazılmışken; Beşir Fuat’tan Fuat Köprülü’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Nurullah Ataç’a, Suut Kemal Yetkin’den Memet Fuat’a, Hüseyin Cöntürk’ten Mehmet H. Doğan’a, Asım Bezirci’den Doğan Hızlan’a, Eser Gürson’dan Hasan Bülent Kahraman’a pek çok değerli kalem bu alana katkıda bulunmuşken “ben yaptım oldu” zihniyetinden doyurucu, güvenilir, örnek gösterilebilecek bir çalışma beklenmesi mümkün değildir. Kanonlar belirlenir, bakış açıları saptanır, kavramlar sıralanır, kronolojik bilgi sağlamlaştırılır, odak saptanır ve sonra kime ne yazdıracaksanız bu ilkelere göre yazı sipariş edilir. Bu şekilde ortaya çıkacak bir çalışmada YK’nin düştüğü vahim hatalara düşülmez, somut bilgi yanlışları olmaz, tarihsel perspektif sağlam olacağından çalışma da ölü doğmaz, amacına ulaşır; düne, güne ve geleceğe ışık tutar. Eleştirel karanlıktan kurtulmanın, dekadansa düşmemenin yolu budur.
Bitirirken… İmza sahibi olarak belirtmeliyim ki edebiyat dünyası hizipleşmeye, gruplaşmaya açık bir alan olmamalı çünkü hakiki edebiyatın ruhu buna uygun değildir. Sansürcü, müzevirci, dürbünü tersinden tutan dar ufuklu bakış, gerçek bir edebiyatçıya yakışmaz. Hakikat, karanlıkta iş görmez; daima açık sözlüdür. Kitaplara, dergilere, antolojilere, şiir yıllıklarına sansür talep etmek şiirin ve edebiyatın ruhuna nüfuz etmiş birinde görülecek bir davranış şekli olamaz. Bunlar ancak ikinci sınıf edebiyatçılara yakışacak tavırlardır. O nedenle hiçbir yayınevine, dergiye, kuruma telefon etmeyecek, e-posta yollamayacağım; bunun kitaplarını basmayın, yazılarına yer vermeyin demeyeceğim. Olayın akışını, tartışmayı, görüş alışverişini edebiyatın hakikatinden anlayanların değerlendirmesine bırakacağım, bırakıyorum.
Buzdokuz, sayı 25, Ocak-Şubat-Mart 2025
[i] Bu konuda elimde dört beş isme dair sözlü veri var ama yazılı belge yok. Yazısı sansürlenip son anda dosyadan çıkarılan bu kişilerden izin almadığım için adlarını veremem ama ilgili kişiler kendileri isterlerse tartışmaya müdahil olabilir ve bu yolla edebiyat tarihine ışık yakmış olurlar.
[ii] YK için not: “Hakikiyyun”, Gerçekçilik yani Realizm demektir ki o tartışmada aynı zamanda Natüralizmi de içerir.
[iii] Varlık dergisi editörü şair Enver Ercan’la bir zamanlar sürekli iletişim halinde olan, dergide yazı-makale-söyleşi yayımlatan YK’nin, Enver Ercan’ın vefatından sonra böyle yok sayıcı bir tavır içine girmesi insani ve/veya yazınsal nasıl yorumlanmalıdır?