Minör Deneyimler: Azınlık ile Çoğunluk Arasında Şair-Oluş

Görsel Şiir: Emrullah Şekerci, Asemic Hitting the Wall IX

Murat Üstübal

Çağdaş sanat ve kültür düzleminde çoğunluk ve azınlık meselesiyle her türlü karşılaşma ve yüzleşme siyasi bir ilişki kurmanın da uzamı haline gelir. Siyasi ilişkilenmelerdeki ideolojik yönsemelerin toplum toplum ya da birey-toplum arası yoğunlaşma ve yoğuşmalarla kurulagelmesi aldatıcı bir epistemik tablonun sonucudur.  Sanki hakikati kavramış bir epistemin (bilginin) kurgusuyla yapılandırılmış ideolojinin birey- toplum ilişkilerinin aracı olarak işlev gördüğü düşünülür. Oysa ideolojik aracın kaynağı konusundaki yaklaşımların önyargı ve boş inanç arasında soyutlamalarla sabitlendiğini görmek çok zor değildir. İdeolojik aygıtın kaynağı konusundaki her türlü soruşturma bilginin kaynaklarının ne kadar sorgulandığıyla ilgili şüpheyi de içinde barındırır; hatta bilginin tür ve evreleriyle ilgili yaklaşımları gölgeleyen kutsama ve belirsizleştirmelerle ne bilginin neliği ne de halleri konusunda fikir sahibi olabiliriz. Bilginin bir ontoloji sorunsalı olduğu, geçirdiği her türlü dönüşümün de bu ontolojinin sonucu olduğu, ontolojinin ise varlığın ve daha özelde öznenin deneyim ve dinamiklerinin bir akışı olduğu göz ardı edilir. Kısacası her türlü bilgi akıştır, akışın kendisi bilgiye indirgenemese de bilginin kendisi hem akışa maruzdur hem de o akışın bir parçasıdır. O akış ise hem öznenin kendiliğidir hem de özneler üstü ve özneler içre olan çoğunluğun işleteni.

O halde azınlık söylemi için sıkça kurulan minörite tanımı sanıldığı gibi yalnızca özneyi ya da onun daha da indirgenmiş bir türevi olan bireyi ilgilendiriyor değildir. Tersinden bakılacak olursa, azınlık söylemi tüm politikliğini toplumsal olan’dan alıyor da değildir. Son derece muğlak ve geçişken sınırlara sahip minörite, kavramsallaşan tanımının ötesinde bir ilişkiler ağının ifadesidir. Deleuzecü anlamda azınlık ya da çoğunluk diye ayırt etmeden var olan tüm şey ve yapıların hiyerarşik olmayan, tahakküm üretmeyen hallerinin ve onların geçici belirişlerinin ifadesi olarak ortaya çıkan minörite, şeyleri ve yapıları yatay köksapsal düzlemde algılar. Yapıları ve şeyleri yatay düzlemde algılıyor olması onun dikeylik güdülerine maruz kalmadığı anlamına da gelmez. Yatay ilişkilenmelerle bağlı şey ve yapılar Lacan’ın üzerinde özellikle durduğu Kapitone Noktaları ile geçici-göstergeler oluştururlar. Geçici-göstergelerin ortaya çıktığı düğüm noktalarını Kapitone Noktaları diye ifade etmemiz onların bu tarz dikeyliklerinin iktidar üreteci olduğu düşüncesini de beslemez. Geçici- gösterge oluşumları yani Kapitone Noktaları ortaya çıkar çıkmaz hiyerarşik bir yapılanmaya girmeden rastlantısal ve oluşa katılan başka ilişkilenmelerin ve bağıntıların sonucu olan farklı Kapitone Noktaları tarafından söndürülürler. Kapitone noktaları oluşun kendisinin moleküler işletimcisi gibi iş görür. Geçici-göstergelerin varlığı yaşamın, özgürlüğün, radikal demokrasinin ve adaletin göstereni olarak işlev kazanırlar. Ama bu işlev döngüseldir.  Her geçici-gösterge fani olduğu kadar göstereni olduğu mefhum tarafından da etki altında tutulur; faniliğinin ve mutlak dönüşümünün en temel nedeni bu etkiye açıklığıdır. Lacan’ın objet petit a’sı tüm sonsuzluğuyla geçici-göstergelerin akış halindeki hareketidir (hatta uzamı). Çünkü  ‘a’rzunun nesnesi yoktur sonsuz önermesinin (önermeyi yıkan sonsuzluğa bile isteye vurgu da yaparak) soyut ve göstergesiz bir sistemde yürürlükte olmadığı aşikârdır. O halde anlamın sonsuz kere tekrarlanmasının gerçekliği nedir?  Sonsuz kere tekrar eden fark’ın duyumsa(n)ması sonsuz adaletin ve onun duygusunun karşılığı olduğunda, denklik ise anlam ile gerçek arasında kaldığında neyi ifade eder?

Sanatın (şiirin) gösterge yıkıp yeniden oluşturan mizacının bir tür geçici-gösterge gibi iş gördüğünü söylemek mümkündür. Şiirin adaleti dediğimizde tam da onu, anlam ile gerçeklik arasındaki denkliği bozan iktidar karşıtı arzunun akış prosedürü olarak kabullenmeye ve meşrulaştırmaya çalışırız. Prosedürün uygulanmaması diyalektik bir suçken, akışın akışkanlığını kaybettiği toplumsal meşruluk düzeni için ise düzeni tehlikeye sokan kaçış hamleleri suçtur. Ontolojik akış ile toplumsal düzenin ritmi arasındaki ikilem suçun tanımını da göreceleştirir.

Suçun Yasalaşması

Ontolojik akışın faili ile toplumsal ritmin failinin farklı olması suçun tanımını da doğasını da değiştirir. Ontolojik akışın failinin doğası fark mekanizmalarından mütevellit iken toplumsal ritmin faili tekrar ve aynılık mekanizmalarının doğurduğu yapı ve neticelerle hareket eder. Aslında sanıldığı gibi toplumsal olan’ın ya da çoğunluk olarak toplumsalın karşıtı ne öznedir ne de birey. Deleuze ‘ün dediği de budur; anlam ekseninde özne ve birey birbirlerinin karşıtıdır. Anlam, oluşun akışıdır. Deleuze’ün anlamı akışa dahil edişini sorunlu görür Žižek; maddeyi akışa dahil etmeyerek diyalektik bir çıkmaza da neden olur. Oluş deneyimlerini yalnızca içkin ve zihinsel süreçlere indirgemek demektir bu. (O nedenle Deleuze’ün Organsız Bedenler düşüncesini tersine çevirir Žižek, ‘Bedensiz Organlar’ der.) Deleuze’ün düşüncesinin bu denli soyut olduğunu düşünmek ne derece doğrudur bilinmez ama onun moler ve moleküler ayrımını yaparken de köksap derken de başvurduğu kaynaklar maddidir öncelikle. Ama elbette maddeyi doğrudan tartışmaz onu yerine maddenin auralarını soyut bir zeminde tartışır. Maddenin oluşa ve akışa katılışı soyuttur. Deleuze anlamı tartışmaya açar açmaz soyutlaşır. Anlamın soyutlaştığı nokta maddesizliğe geçiş noktasıdır, akışın maddesizleşmesi öznenin de maddesizleşmesi demektir. Özneyi kimlik ve birey sınırlarında gündeme getiremeyiz artık. Özne Žižek’in deyişiyle edimsellik düzeninin içinde virtüel olanın yeniden ortaya çıkışını tayin eder.

Kurulu düzen yani çoğunluğun temsil alanını oluşturan düzen içinde virtüel alanların varlığı temsiliyet krizi yaşatacağı için asla onay almaz. Temsiliyet krizi düzenin istikrarı için suçla damgalanır. Temsiliyet krizi yaratan virtüellik ya indirgenip bireyin işlerine evrilmek zorundadır ya da suçla damgalanıp hızlıca dışlanmalıdır. Virtüel alanlardan beslenen sanat ve onun faili sanatçı ya da daha özelde şair, virtüelin akış halleriyle belirişinin failidir. Akışın şairini özne-şair olarak nitelediğimizde Žižek’in suçlaması tam da buradan başlamaktadır. Deleuze’ün oluş teorisini Žižek’in dediği şekilde maddesizlik üzerinden okuduğunuzda Özne’nin sonsuza kadar tekrarlanabilir olduğu sonucu çıkar; Hegelci bir tür idealizme kapı açar bu. Oysa Žižek, Deleuze’ün yalnızca yorum ve üslubunun soyut olduğunu gözden kaçırır. O maddenin oluş içindeki işlev ve bağıntıları üzerine soyut zeminde düşünmektedir yalnızca. Maddeyi de maddi-olmayan’ı da virtüelin içinde okur tersine. Maddi olan ve olmayan olarak Özne, temsil krizi yaratır çünkü Žižek’in dediğinin tersine maddi olan ve olmayan’ın virtüeldeki sonsuz bileşkelerinden fark birimleri yaratır. Daha önce bahsettiğimiz gibi bunlar Geçici Kapitone Noktaları’dır da aynı zamanda. İktidarlaşma eğilimleri olur olmaz sönümlenirler. Şairin tarafından ifade edecek olursak, özne-şair yaratı alanının içinde tekrarlanabilir ve tekrarlanamaz’ı, maddi olan ve olmayan’ı kullanarak, sistemin görmezden geldiği, görmeye gücünün yetmeyeceği orijinal yapıtlarla gün yüzüne çıkar. Gün yüzüne çıkardıkları virtüelin alanından sökülüp geldikçe tekrarlanabilir yapılar değildir. Tekrarlanabildikleri zaman ise toplumsallaşıp çoğunluğun alımlama alanına girer ve iktidarlaşma potansiyeli taşırlar. Özne-şair’in oluş mekanizmalarına tabi olan doğası gereği asla sahip çık(a)mayacağı yaratılar farklılığını yitirir yitirmez sanatçısı tarafından terk edilirler. Çünkü onun arzusu birey-şair’in arzusundan farklıdır. Birey-şair arzuyu kendi sınırlarında tutarken tam da toplumsal olan ve çoğunluk tarafından kendisi için belirlenen sınırlar içinde kalmayı yeğler. Onun muhatabı tam da bireyi tarifleyen çoğunluktur. Toplum tarafından tanımlanıp onun tarafından da meşrulaştırılır.

Bir örnek üzerinden gidecek olursak, Garip Şiiri ilk ortaya çıktığında özne-şiirdi belki, çünkü tam da içinde bulunduğu toplumun değerleri tarafından meşrulaştırılmamıştı. Yine de Orhan Veli’nin kaleme aldığı Garip Şiiri Bildirisi bir bakıma kendini ifade etmenin, toplumsallaşma isteğinin ve iletişim ihtiyacının karşılığı olarak birey-şiirin karşılığı değil midir? Bildiri yoluyla meşrulaşma ihtiyacının sonucu olarak sisteme ve topluma kabul edilişlerinin bir suç tescili olduğunu görmek de gerekir. Öznellikten kopup gelen şiir, önce sistem tarafından tehdit olarak görülüp bir suç istinat edilmiş, daha sonra yayımlanan bildiriyle öznellik suçunu kabul etmiş ve suç tescil edilmiş ve en sonunda da sistem içi kılınmasıyla birlikte birey-şiir olarak tescili sağlanmıştır. Garip şiirinin birey-şiir olarak tescil edildiği nokta özne-şiir tarafından bakıldığı zaman tarif edilmeyi, tekrarlanmayı ve sınırlanmayı reddettiği nokta olduğu için bir ihanet olarak suç kapsamındadır artık. Kapitone Noktaları’ndan oluşan köksap sistemine yani oluş’a ihanet edilmiş ve nihayetinde birey-şiir oluş’tan kopmuştur. İşte edimselleşmiş gerçeklikle edimsel olmayan gerçeklik arasındaki nirengi noktası burasıdır. Edimsel gerçekliğin göstereni olarak Garip şairi çoğunluğun ozanı iken edimsel olmayan ve virtüelin içinden kopup gelen özne-şair ise azınlık ya da çoğunluk kaygısı olmayan sözde-azınlığın şairidir. İkisi de birbirlerini meşrulaştıramadıkları sürece birbirleri için suçun temsil alanındadırlar.  Her meşrulaşma ise suçun yasalaşması demektir, yasallaşmasından farklıdır bu. Yasallaşma meşruluğu sistemin içinde gerçekleştirirken yasalaşma ise sistemi meşruluk zemini içine taşır. Yasallaşma bir tür reform iken yasalaşma devrimdir. Ama sonuçta her ikisi de en nihayetinde toplumsal olan’a hizmet etmiş olmuyorlar mı? Devrim yoluyla oluşmuş yasa, sistemi değiştirsin ya da değiştirmesin (ki böyle bir durumda değiştirdiği aşikâr) sistemin potansiyel sahibi olan çoğunluğun ya da azınlığın iktidarına ve onun dolayımında oluş’un kesilmesine yol açmış olmuyor mu?

Devrim: Merkezsiz merkez paradoksu

“Oluş’un kesintiye uğraması da ontolojiye dahildir” önermesiyle ortaya çıkan spekülatif kısır döngüyü bir kenara bırakırsak, akıştaki kesilmenin merkez oluşumuna hizmet edecek zamanı ve uzamı bulduğu açıktır. Oluşun kesintisi Kapitone Noktaları arası bağıntıların ve aşikârlaşmaların da kesintisidir. Noktalar ya da düğümler arası ilişkinin kaybolması taşınan anlamın da statikleşmesine neden olur. Anlamın statikliği dizgelerin ve mantık önermelerinin de tekrara düşmesi demektir. Bu da şair Mustafa ırgat’ın dediği gibi “dizgelerin ardındaki gizil şiddeti” uyarıyor olabilir. Tekrarın şiddeti, daha doğrusu tekrar eden dizgelerin ardındaki şiddet tahakküm üreteci olarak yalnızca bilinçdışını indirgemekle kalmıyor aynı zamanda bir total arzu makinesi olarak bilinçdışının imgelem üretme kapasitesini de inkıtaya uğratıyor. O halde oluşun kesintisiyle beliren merkezlerin ve anlamın ve onun aracılığıyla da dizgelerin şiddet ve iktidar üretiyor olmalarını engelleyecek olan nedir? Eski merkezin yeni bir merkezle yer değiştirmesi yani klasik ölçekli modernist bir devrim bu iş için yeterli görünmüyor. Modernist devrim derken kastettiğimiz eski yapının yerine yeni yapıyı öneren/getiren devrim. Sınırları belirgin olan bir anti-tezdir kastedilen. Bir indirgenmenin karşısına başka bir indirgenme ile çıkmak hem şiddeti yok etmiyor hem de tahakkümü. Ancak merkezin karşısına başka bir merkez çıkarıyor. Yani çoğunluğun şiirinin karşısına çıkarılmış bir azınlık şiiri, çoğunluk ve azınlık fikirlerini muhafaza etmese bile merkezin iktidarı ve tahakkümünü ortadan kaldırmıyor. Asıl yapılması gereken Žižek’in de işaret ettiği “merkezsiz merkez” argümanının ikame ettirilmesidir. Bu ikame uzamsız bir ikamedir, yersiz yurtsuz bir ikame. Ayrıca “merkezsiz merkez” argümanının yarattığı paradoksun da farkındayız değil mi? Yeni devrimin eski devrimi muhatap alması bir karşıtlık ilişkisi doğuruyor; karşıtlık ilişkisi de iktidarı yeniden üretiyor. Yaratıya sınır koyup oluş’u kesintiye uğratıyor. Yeni devrimin özellikle eski devrimin sınırlarını bir karşıtlık ilişkisi şeklinde algılıyor oluşu merkezin kırılmasına hizmet etmez. Yeni olanın eskinin değerlerini de kapsayacak ya da bazı şekillerde onun içinden de çıkacak bir hesapsızlıkla davranıyor olması iktidarlaşmaya meyilli merkez fikrini iptal eder. Elbette yeni olan, eski devrimler kadar kendisinden sonraki muhtemel devrimleri de gayrimeşru görmeyecek bir kararsızlıkta var olmalıdır. Yani çıkarsız bir şekilde ortaya çıkan özne-şiir azınlıkta bile olsa kendisinden önceki birey-şiirlerin hedefi olan çoğunluğun şiir düşüncesini de gerektiğinde içerebilen bir özgürlük güdüsüyle davranabilmelidir. “Merkezsiz merkez” fikrini paradoks haline getiren tam da bu ‘biyoyararlanım’ halidir. Yeni devrim hem eski devrimden farklı olacak hem de onu mutlak olarak yadsımayacaktır. Üstelik kendisinden sonraki devrimlerin yolunu da açacaktır. O halde oluş’u kesintiye uğratmayacak böylesi bir devrim süreğen olmalıdır. Süreğen devrimin hâlâ devrim karakterini taşıyıp taşımadığı ayrı bir tartışma konusu olabilir. Devrimin süreğenleşip eski ve yeni devrimler arasındaki sınırları yok sayması devrimin metamorfozu yani devrimin evrimi (evrimsel devrim) fikrini ortaya koyar. Devrimin metamorfozu demek aslında şairin daimi avangardlığının yolunu açar. Sözgelimi deneysel bir şair başka bir deneyselliği öngörmediği ve konvansiyonun içinden ürettiği sürece kendi deneyselinin tarihselliğine tutsak ve oluş’tan kopmuş demektir. Oysa süreğen devrim demek süreğen avangard demektir. Devrimin evrimi fikrini klasik evrim anlayışından ayıran ise klasik evrimin sonsuz tekrarlarla dönüşmesiyle ortaya çıkan bir farklılığın temsili olması iken devrimin evrimi fikrinin sonsuz tekrarlarla olduğu kadar sonsuz farklılıklarla da kendisinden önceki ve sonraki tüm deneyimleri kapsayabilecek bir serbestlikle şekilleniyor olmasıdır. Yani aslında devrimsel evrim öngörülemeyen bir eşsizlikte entropik yani düzensiz bir öznellikle işledikçe “merkezsiz merkez” fikrine ulaşılabilir. Kısacası devrimin her daim avangard kalması, daha önce de bahsettiğimiz geçici-göstergeler üretmesi ve geçici-göstergelerde ısrar etmemesi bu paradoksun ayakta kalmasına yardımcı olur. Şair, kendisinin biricikliğinden ve otantikliğinden beslenen bir ego durumuna ulaşmadan sönümlenen bir geçici-göstergeler metamorfozuyla oluş’un içinde kalmayı başarır böylelikle.

Son söz: Fark Ontolojisi

Şair ister birey-şair isterse de özne-şair olarak olsun sürekli yer değiştirir özne halleri ve konumları açısından. Özne-şiir oluş içinde iktidardadır ama karşıtını da yani birey-şiiri’i de kapsamaktadır. Tersi de söylenebilir; birey-şiir çoğunluk içinde iktidardadır ama karşıtı olan özne-şiir’i de kapsamak ister. Ama birey-şiir indirgenmiş haliyle özneyi süreç içinde ortaya koyamayacağı için özneye ait temsil alanlarını kapsayamaz, onları meşrulaştırmayı başaramaz. Derdi meşrulaştırmak olduğu için ve toplumsal olanla olan göbek bağından dolayı başaramaz bunu. Kısacası “merkezsiz merkez” olmayı başaramadığı için oluş’a katılamaz. Oysa özne-şiir başta arzuyla iktidarın yapısını üretir, sonra o sürecin işletim elemanı olarak kendini ortaya koyar. Burada Žižek’ten aktarmayla Hegel’in “öznenin yükleme spekülatif geçişi” dediği şey gerçekleşir. Özne geçici de olsa eyleme geçen bir faildir; eylem için çoğunluk ve azınlık olduğuna aldırmadan harekete geçmesi oluş’un maddileşmesi ve özne tarafından maddiliğinin kavranması anlamına gelir. Bizim oluş içinde hareket dediğimiz şeyin başka bir açıdan açıklamasıdır bu. Öznenin bireyi de kapsayan düalitesi bir anlığına kırılır; kırılma monist bir yapıya entegre bir farkın ortaya çıkışına neden olur. Öznenin, azınlık ve çoğunluk hallerini kapsayan yer değiştirmeleri düalitenin kırılmasıyla aynılık döngüsünden kurtulur. Şair oluş’un ürünü fark ile var oluşunu duyumsayacaksa onu tekrarın ve çoğunluğun uzamından devşirmek zorundadır. Eyleme geçici de olsa katılışının nedeni budur.

Öznenin, aynı zamanda, çoğunluğun Demokles’in kılıcı gibi kullandığı evrensel değerler altında baskıya alınmaya çalışılması, o değerlerin sistemin ideolojik aygıtı haline geldiğini gösterir. Oysa her evrensel değer ontolojinin bir ürünüdür. Dolayısıyla ontik olanın gösterileni olduğu oranda onun meşruluğunun da bir gösterenidir. Evrensel değerler oluş uzayında tekilliklerle yüzleşmek zorundadır. Yani her evrensel değer aynı zamanda her özneyi içeren tekil-evrensel olarak somutlaşmakla yükümlüdür. Bu ontolojik sonsuz sınanma fark’ın bütüne ait değerleri gözden geçirmesiyle olmuştur. Şairin çıkarsız bir şekilde fark ile hemhali onun oluş içindeki durumunu belirler. Doğal olarak şairin, çoğunluğun baskısıyla azınlığın elitleştirici tahakkümü arasında kalması söz konusu değildir. O daha çok oluşun entropik yarıklarında gezinen bir ucube olmayı kendine yedirmiş bir özne, yeni tür bir dağınık flanör olarak yaşamaya, yani olmaya yazgılıdır.

Buzdokuz 7, Eylül-Ekim 2021.

KAYNAKÇA

Deleuze, G. (2017). Fark ve Tekrar. Çev. Burcu Yalım ve Emre Koyuncu. İstanbul: Norgunk

Žižek, S. (2015). Bedensiz Organlar. Çev. Umut Yener Kara. İstanbul: Monokl