Buzdokuz “Şiir ve Çıkarsızlık” Dosyasından Fragmanlar

Özgürüm, o hâlde üslup parmaklıklarının önünde öylece bekleyemem.

Özgürsem her dakika özgürlüğümü yeniden hak ve idrak ediyorum. Sorumluyum, savsaklayamam; ama bu beni “biri” yapsın diye umamam. Hiç kimseyim, herhangi biriyim ve böyleliğimde şiir yazıyorsam bunu özgürlüğüm içinde seçtim ve bunun yadsınamaz tek failiyim. Kimse şiir yazmamı benden istemedi, kutsalın yankısını duyduğunu ileri sürenlerden kuşku duyun. Böyle bir treuga dei yok; yükseğe düşmek var. “Şairim” diye ant içip kendimle de masaya oturmam, bu da beni kendi andıma tutsak eder. “Nasıl şair oldum” hikâyesi anlattırırlar, gazetelerde, yayınlarda; bu, şair yaşamının yerel varlık vergisidir. Sebatkârlık hikayesi gibi gösterilmesine razı değilim; özgürsem her anlatışta “olup biten” şair-ben ile “sürüp giden” proje-ben arasındaki yolu, çakılıp kalmadığımı o konuşmaya derç ederim. İsmim sözleşmedir; ismimin üzerinde yüksek gerilim hattında bir kuş gibiyim ve kuş ipte mıhlansın istemem. Şöhretim bana “sana yakışmaz” dedikleri angajmanlar icat eder, özgürsem şöhretimin buyruklarını çiğneyebilirim. Bazı eleştirmenler, hoşuma giden şekilde üslubumun niteliklerini saptamışlardır; özgürüm, o hâlde üslup parmaklıklarının önünde öylece bekleyemem. Severler, sevgi dikenli tel olup beni sevilen şiirime mahkûm etmeye çalışır; özgürsem sevgiye karşı da düşmana kaldığım kadar kayıtsız kalabilirim. Kıvancımdan şüphe ederim, avutulduğuma dair içime bir kurt düşer, şiirime nazik övgüler, aklımı küçümsüyor gibi gelir. İyi bir şiir yazdığımı sandığım anda bile içim daralır; çünkü “iyi” ile hiçbir anlaşmayı imzalamadım, iyinin sabit bir yasası yoktur, her şiirde yasa yeniden icat edilir. Özgürlüğüm içinde seçtiğim şiir yazma eylemimin ereklerini -iyi şiirin kendisini- elde ettiğimi hissetmiyorsam hiçbir onayın yükümü hafifletmeyeceğini, bunu tek başıma taşıdığımı bilirim.   

HAYRİYE ÜNAL

Gerçek sanat, truva atı gibi iş görür; içeri alınacak kadar ayartıcıdır, sonrasında da yıkıcıdır

Clegg ve Guttmann

İleri şiirin şairi, estetik / ideolojik bağlanımları reddediyor oluşuyla, olup bitenler üzerine ısrarla düşünmeye devam eden müstesna bir azınlık dışında, kendi zamanının entelektüel çevrelerince dahi yadırganan kişidir. Stanislaw Lem, Mükemmel Boşluk’ta, “Değer yüklü yaratıcı bir eser meydana getirmek ancak eserin hedeflediği insanların veya araçların karşı koyması olduğu zaman mümkündür…” der. Bu anlamda hâlihazırdaki anlayışın nazarında bütünüyle yadırgatıcı bir şey olarak ortaya çıkan ileri şiirin, hiçbir estetik / politik muhite, programa bağlanımı yoktur. Şiir, özellikle de ileri şiir, gösterge üretim mantığını yıkmayı, meta üretiminde gedik açmayı amaçlayan bir karşı makinedir. Clegg ve Guttmann’in dediği gibi “gerçek sanat, truva atı gibi iş görür; içeri alınacak kadar ayartıcıdır, sonrasında da yıkıcıdır”. İleri şiirse ayartıcı olmaktan öte yadırgatıcı ve yıkıcıdır, bu yüzden asla içeri davet edilmeyecektir.

HAKAN ŞARKDEMİR

Romantik ideal olan “fildişi kule” özgürlük alanından çok bir tecrit evine dönüşüyor.

Bugün “Şaire çıkar yakışmaz!” demek elbette ki artistçe bir nidadır. Muhtemelen Flaubert de sözlüğüne “Çıkar” maddesi ekleseydi buna benzer bir şeyler yazardı. Ama bizi hem Romantiklerin arkaik bir mirasyedisi konumuna hem de klişelerin tuzağına düşürür bu nida. Kilise, aristokrasi ve makine arasına sıkışmış romantik sanatçılar kurtuluşu, şairi “alter deus” yani öteki tanrı (auteur: yaratıcı) olarak sunmakta bulmuştu. Günümüzün pek çok sanatçısı da buradan yürüdüğü için belli bir karamsarlığa doğru yol aldıklarının, yalnızlaşarak içinde yaşadıkları topluma yabancılaştıklarının farkında değiller. Böylece romantik ideal olan “fildişi kule” özgürlük alanından çok bir tecrit evine dönüşüyor. Entelektüel için de gerçek halk kültürü ile manipülatif kitle kültürü arasındaki çizgiyi görmek giderek zorlaşıyor. Modern okuru ise dahi-sanatçı yani öteki tanrılar tarafından vazedilen alternatif bir din gibi sunulan romantik sanatın tüketicisi olarak Agamben’in deyişiyle “İçeriksiz Adam” olmanın kıyısına getiriyor.

ATAKAN YAVUZ

Hugo Ball adına, kendisinin doğum yeri olan Pirmasens kasabasında 1990 yılından beri ödül verilmesi akla muhal bir çelişkidir. İşte ödül bahşeden o akıl almaz cümle: “Der Preis ist nicht teilbar und mit einer finanziellen Zuwendung von 10.000 Euro verbunden; zusätzlich kann ein Förderpreis vergeben werden, der mit 5.000 Euro dotiert ist.”  [Ödül 10.000 Euro’luk finansal bir destek ile sınırlıdır ve bölüştürülemez; buna ek olarak 5.000 Euro’luk bir de teşvik ödülü verilebilir.]  Hugo Ball her ne kadar ömrünün son dönemlerinde Dadacı üslubunu bir kenara bırakmış ve Katolikliğe geri dönmüş, mistik şiirler yazmış olsa da ismi; ödül, teşvik, bölüşmek, finans, 10.000 Euro gibi ifadelerin karşısında durur. Bu ödül meselesi nasıl çıkarsızlık ve ekonomi arasındaki tezadın bariz bir göstergesiyse Pirmasens’te bulunan “Hugo-Ball-Gymnasium Pirmasens” (Pirmasens Hugo Ball Lisesi) de Hugo Ball’ın çıkarsızlığı ve sanat kurumu arasındaki bariz tezadın vücut bulmuş hâlidir.

BURAK Ş. ÇELİK

Çıkar gözetmek, hakkaniyetli eleştirinin ve düşüncenin önündeki engellerden biridir. Bu engel, estetik algımızın aşınmaya uğramasıyla da doğrudan ilişkilidir. “Arnold eleştiri derken, sadece edebiyatı, yani yazarları, şairleri, belirli kitapları değerlendirmeyi düşünmez. Kültürle tümüyle özdeşleşen, çok daha geniş ve çok daha kapsamlı bir eleştiri kavramıdır onunkisi. Eleştiriyi şöyle tanımlar: Dünyada bilinen ve düşünülen en iyi şeyleri öğrenmek ve yaygınlaştırmak amacıyla çıkar gütmeden yapılan bir çaba.” [Mîna Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, 8. bas. (İstanbul: Yapı Kredi, 2013), 1487.] Bu tanımda dikkati çeken kısım “çıkar gütmeden” ifadesidir. Bu ifade, bize eleştirideki belki de en önemli kıstası düşündürmektedir. Eleştirmen biraz da “çıkar korkusu” nedeniyle geri vites yapabilir. Piyasa, onu yok sayabilir yahut yoluna sürekli engeller çıkarabilir. Farklı sanat anlayışlarına sahip, bizimle farklı düşünen bir sanatçı ve onun eseri üzerine yazılacak olumlu-olumsuz bir eleştiri de çıkar korkusundan payını alır, suskunluk hâkim olur, şiir ve eleştiri öldü mü soruları dolaşıma girer.  Aynı şekilde onca kitap yazan yazarın eserleri üzerine tek kelime edilmez.

HASAN ÖZLEN

Sanatçı/şair’in ego-çokluk kompleksini ortadan kaldırması düşünülemez.

İşte sanatın asli görevi, indirgenmiş arzu ile organsız bir beden olarak arzu arasındaki ilişkide organsız beden tarafında kalmayı becerebilmektir. Daha doğrusu bu sanatın görevi değil doğası ve mizacıdır. Organlaşan arzu, ego ile çokluk arasındaki bağın anlık bağlanış ve kopuşlarını hedef alır, onları ya bağlanış ya da kopuş olarak kurgular, böylelikle kavramsal olana mecbur olur. Sanatçı/şair’in ego-çokluk kompleksini ortadan kaldırması düşünülemez. Kompleksin ortadan kalkması ego ile çokluk arasındaki akışı ortadan kaldırır. Sanatçının niyeti belirleyicidir dediğimizde bu niyetin ego tarafından belirlendiğine ve çözümlendiğine vurgu yapmayız. Daha çok belirleyicilik iradesinin şairde olduğuna vurgu yaparız. Belirleyicilik iradesi organsız beden olarak arzunun iradesidir; böyle bir irade ego-çokluk kompleksinin itiş kakışına yazgılıdır; aslında bu kompleksi reddetmediği gibi bu kompleksin varlığını da kavramsal düzeyde var edemez. Sadece onu varoluşun dinamiği olarak niyet eder. Ego ile çokluk kompleksinin itiş kakışına yazgılı olduğu söylenildiğinde demek istenen, çokluğun akışına ve ego’nun akışına ego-çokluk ilişkisi çerçevesinde izin verilip mümkün kılındığıdır. Mümkün kılan varoluş ve gerçekliğin bizzat kendisidir, bu gerçeklik çokluk ve ego’yu içerir ve içerilir. Arzu mutlak olarak kavramsallaşamayan gerçekliği anlamakla, tüm bu yurtlaşma ve yersizyurtsuzlaşma hareketlerini taşımakla yükümlüdür. Şairin niyet evreni yurtlaşma ve yersizyurtlaşma arasındaki bağı koparmamak üzerine kuruludur. Şairin niyeti, temelde şiirin niyeti varoluşun özünün korunması üzerinden değerlendirildiğinde bir anlam taşır. Niyet kalıplaşmamış bir düşünce formu taşır, belli belirsizdir, bir amacı vardır ama amacın kendisini dile getiremez; kavramın karşısına algılam ile çıkmıştır çünkü. Bu karşılaşma algılamın kavramı da içermesiyle sonuçlanır. Algılam içerdiği kavram ile ayna karşıtlığı kuramaz. Kavramın sahip olduğu tüm gösterge ve dizgelere yabancılaşmış ya da yabancılaşmak üzeredir. Niyetin bir amacı vardır, ama bu amaç meşru olanın sınırındadır en fazla. Meşru olanın sınırına geçmesi onun indirgenmesi demektir. Niyetin amacının indirgenmesi niyetin indirgenmesidir. Meşru olanın tarafındaki bedenlenmiş arzu’nun kavramsallaşması şimdisiyle no-where’ini yani hiçliğiyle hepliğini yitirmesiyle eşgüdümlüdür. Hiçliği ve hepliğini yitiren şiir, niyetinin göndergeler üstü poiesis’ini, yaratım öğesini de yitirir. Her yitiş gibi, indirgenmiştir.

MURAT ÜSTÜBAL